28 Şubat 2009 Cumartesi

Casablanca



Bir filmin hiç bitmemesini istediğiniz oldu mu? Ya da izlerken şuan gelmiş geçmiş en iyi filmi mi izliyorum acaba dediğiniz? Bir yandan zekice cümlelere tebessüm ederken, bu işin sonu ne olacak diye gerildiniz mi? Bundan daha iyi oyunculuk görmedim dediniz mi peki?
O zaman sizin de Casablanca vaktiniz gelmiş...

Here's looking at you, kid.

24 Şubat 2009 Salı

Grand Avenue


Coldplay'i ilk keşfedişimi hatırlıyorum.Tek kelimeyle mükemmeldi.Daha dünyada bile ünlü sayılmazlardı.Hoş Parachutes çıkmıştı gerçi.Trouble gelmişti kulağıma.O şokla beraber tüm neti arayıp kafayı yemiştim.Kendime bir grup seçmiştim artık, o grup benim grubumdu.Pek kimsecikler de bilmediğinden, benim gizli hazinem gibiydiler.Ve bugün, aradan çok uzun yıllar geçti ve o benim gizli grubum dediğim Coldplay 2008'in dünyada en çok albüm satışını yaptı.Özetle yıllar içerisinde yavaşca elimden kayan benimseme olayı, artık sonuçlanmış oldu.Coldplay artık dünyanındı.Ben de yeni bir grup arayışına girmeye karar verdim.Zaten artık dünyada o kadar çok rock grubu var ki birilerini beğenmemek imkansız.Bu sefer çok geriden takip ediyorum, zaten Avrupa'da bilinen bir grubu ben yeni buldum.Yeni grubum diyemem daha ama kendilerini gerçekten çok beğendim.Tavsiye ediyorum herkese, zaten biraz Coldplay'in eski tarzını da andırmıyor değil...

Önceki Zamanlar


Dünyaya daha erken gelseydik neler yapardık acaba.Kendim mesela, Frank Sinatra'yı ya da Edith Piaf'ı canlı dinleme fırsatım olabilirdi, ya da Ay'da yürüyüşü canlı seyredebilirdim. Bilgisayarların dünyası olmayan, herkesin içiçe yaşadığı, kapıların kilitlenmediği dönem de yaşasaydık belki daha da mutlu olabilirdik.Mesela Türkiye'de devamlı pikniğe gidilen, komşuların kardeş gibi olduğu dönemler.Olmayan huzursuzluk ve trafik.Düşünüyorum da sinemada Hitchcock filmlerinin ilk gösterimi nasıldır, ya da 1941'de Citizen Kane'i izlemek adamı ne hale getirir mesela.Ya da Pele'yi, Beckenbauer'i hatta Muhammed Ali'yi canlı izlemek.Hatta the Beatles ve George Best elbette...

Evet liste çok uzayabilir, ama hiç bir yararı yok elbette.O yüzden en iyisi V for Vendetta'yı ya da Jordan'ın the Shot'ını izleyip, cep telefonuyla başka kıtada olan dostu arayıp, ''evet kendi vaktimi seviyorum'' demek olacak sanırım.


23 Şubat 2009 Pazartesi

Jordan ve Gözlük Reklamı


Bu reklam fotoğrafını ilk görüşümüzün üzerinden on yıl kadar geçti sanırım, o zaman da çok başarısızdı, fakat geleceğin dizaynı demişlerdi.Çok alakasız bir sitede denk geldiğim bugün tekrardan bakıyorum ve kopuyorum resme.Dünyanın en karizma adamlarından biri olan Jordan'ı, ''nasıl kepaze ederiz?'' diye düşünüp yapılmış bir afiş bu.Yapanların Utah taraftarı olma ihtimalleri yüksek.O nasıl bir şapka, nasıl bir kıyafet ve tabi ki Oakley'in yaptığı başarısız gözlük... Daha kötü ve daha komik olamazdı.

Darısı Başınıza


Galatasaray'da enteresan işler yapıldı bu sene.Skibbe'nin yardımcıları ona sorulmadan kovuldu.Sonra Skibbe'nin üzerindeki bir göreve geçen sene gönderilen Feldkamp getirildi.Başarısızlığın geleceği her halinden belliydi aslında.Derken mağlubiyetlerin en ağırı 2-5'lik Kocaeli maçı ve Skibbe'nin gönderilişi... Galatasaray Yönetimi'nin de Fener Yönetiminden aşağı kalır hataları yok.Geldiği günden beri Skibbe'yi ne yapacaklarını bilememişlerdi.Bugün göreve getirilen Bülent Korkmaz'ınsa en azından taraftar desteği var arkasında.

Fenere gelirsek, Skibbe'den daha da başarısız olan Aragones için de pek iyi olmadı Skibbe'nin gönderilişi.Benzer bir hareket için Fener'de de baskılar artacaktır.Geçirilen hergün ilerlemenin önünde bir engel Fenerbahçe'de.Aragones'in kimyasının Fener'e uymadığı gayet açık.Ne demişler, zararın neresinden dönerseniz kardır...

19 Şubat 2009 Perşembe

Roma'da F1


Biraz önce La Gazzetta Dello Sport'ta gördüm haberi.Monza'dan sonra Italya ikinci pist Roma için girişimlere başlamış, hem de Monte Carlo tarzında şehir içi bir yarış için.Bir ülkede iki yarışa diğer ülkelerden tepkiler gelebilir, fakat Roma caddelerinde F1 hayal edemiyorum, göze daha hoş gelen bir yarış olamaz herhalde.Hedef 2011 takvimine dahil olmak demiş İtalyanlar, Ferrari'nin baskılarıyla hedeflerine ulaşırlar.Fakat herşey güzel de, dar ve kısa Roma caddelerinde kimsenin kimseyi geçebileceğini zannetmiyorum.Pole position yarışlarından birisi olur.Yine de Roma muhteşem bir reklam daha yapacak dünyaya.Artık hotel fiyatları Bianca Notte'den bile 3-4 kat daha pahalı olur herhalde.Bu reklam ve pazarlama işini İtalya kadar becerebilseydik, daha güzel bir ülke olarak turizmden çoktan zengin olmuştuk.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Cotillard


Zerafet böyle birşey olsa gerek.Marion Cotillard günümüz güzellik anlayışından ziyade daha çok siyah beyaz filmlerin yıldızları gibi.La Vie En Rose'da Edith Piaf rolüyle hepimizi büyülemişti.
journalist: If you were to give advice to a woman, what would it be?
Edith Piaf: Love.
journalist: To a young girl?
Edith Piaf: Love.
journalist: To a child?
Edith Piaf: Love..

17 Şubat 2009 Salı

Domino


Tam anlamıyla yürürlükten kalkan bir oyun oldu domino.Yıllardır pek kimseyi görmedim ya da duymadım oynayan.Biraz hakkı yendi sanki bu oyunun.Hoş ben de sanırım 12-13 senedir oynamadım.Halbuki çocukken bayılırdım dedemle domino oynamaya, saatlerce oynardık yazları.Bir yandan kekleri götürür, bir yandan iddaaya girerdik dondurmasına.Genelde kaybeden ben olurdum, tıpış tıpış yürürdüm bakkala.Fakat biraz büyüyünce farkettim, kaybediyorum sanarken aslında neler kazanmışım...

Paskalya Adası


Güney Amerika'da Şili'ye ait olan, ama Şili'den yaklaşık 3700 km uzakta olan doğu pasifiğin ortasında diyebileceğimiz bu ada gizemi bir türlü çözülemeyen taş heykelleriyle dünyayı hayrete düşürmeye devam ediyor.Şuan 638 tane kalmış olan heykellerin eskiden binin üzerinde olduğu tahmin ediliyor.Yapılma amacı ve zamanı halen tam olarak belirlenemeyen bu adada heykellerin boyu 20 metreye, ağırlığı ise 50 tona kadar çıkabiliyor.Asıl enteresan olan ise adanın hikayesi.Taşların taşınması için ağaçları kullanmak isteyen ada yerlilerinin zamanla adada ağaç bırakmadığı ve kıtlık baş gösterdiği, ardından da yamyamlığa varan kötü bir sonla yerlilerin kalmadığı anlatılıyor.İnsanoğlu işte, okyanusun ortasında bile açgözlü olabiliyor.

Guinness


Bu resme bayıldım.Guinness adamı maymun eder demek istemişler gibi, ya da içmeden evrimini tamamlayamazsın da demek istiyor olabilir.Geyik bir yana, herşeyin İrlandalısı iyidir...

16 Şubat 2009 Pazartesi

Tea For Two


Pink Martini sayesinde alkolü azaltıp, çay içmeye başlayacağım bu gidişle.
Just tea for two
And two for tea
Just me for you
And you for me alone

Urla


İnsanın evi gibisi olamaz.Huzurun ne olduğunu hatırlatır insana... Biraz burkuk, biraz da keyifle iç çekersin denize bakıp.Yürüdüğün yoldaki yüzlerce anı gelir aklına, senden daha büyük olan ağaca bakarsın.Kedilere, köpeklere, dökülmüş boyalara, paslanmış demirlere ve uzamış otlara bakarsın.Evinle ilgilenmediğini farkedersin çok sevmene rağmen.En son ne zaman geldiğini hatırlamaya çalışırsın ve niçin gelmediğini.Yıkılan iskeleye bakarsın, yüzlerce anın olan o iskele artık yoktur, o boşluk çok rahatsız eder insanı.Adalara bakarsın sonra, sahile, artık terkedilmiş olan parka.Bir dostunun evinin önünden geçersin, zamanında kapıdan seslenmek yeterken görüsmek için, şimdi kıtalar aşmak zorunda olduğun gerçeğiyle yüzleşirsin, oynanan oyunlar gelir aklına, diğer dostların, aşkların, ailen gelir aklına.Bir zamanlar maç yaptığın, ama şimdi ev olmuş arazinin önünden geçerken dünyada geçici olduğunu farkedersin.Çocukluğuna gidersin salıncakta, üstüne tahtalar yığılmış olan mangala bakarsın, başında geçirilen akşamlar gelir aklına, rakın şarabın gelir... Odana gidersin en son, 25 sene uyuduğun yatağa uzanıp, tavana bakarsın ve kim olduğunu hatırlarsın.Eğer şanslıysan, çok yakınından birini kaybetmediysen dalarsın uykuya farkında olmadan.Uzun zaman sonra mışıl mışıl uyursun ve uyandığında bir tebessümle anlarsın nerede olduğunu.Evet, evindesindir... Küçük bir tur daha atıp etrafta, ayrılırsın sonra oradan.Kim bilir bir daha ne zaman ziyaret edeceksindir evini.Şehre geri dönerken şuçu dünyaya atarsın, sistemi çevreyi, şartları suçlarsın.Halbuki bilirsin aslında, suç senindir...

En İyi Western


Biz yeni jenerasyonlar için western filmleri antik ve sıkıcı gibi dursa da, en büyük üç western olarak gösterilen Butch Cassidy & the Sundance Kid, The Good The Bad and the Ugly ve Once Upon a Time in the West filmlerini sonunda izleyebildim.

Once Upon a Time in the West benim için tam bir hayalkırıklığı oldu.Daha önce de ağır ilerleyen çok film görmüştüm, ama bu artık uyku getiren bir yavaşlık da insanı sıkıyor.IMDB'de nasıl 19. sırada olduğunu da anlayamadım.Konu western olunca zevkler iki kat değişiyor gibi.

En ünlüsü ve IMDB'de gelmiş geçmiş en iyi 4. film olan The Good The Bad and The Ugly ise sıkıcı olmamasına rağmen beklentilerimi karşılayamayan bir diğer film oldu.Bu filmde de yaklaşık 25-30 dakikalık bir fazlalık var.Oyuncular efsane olduğu için bireysel performanslarından bahsetmeye pek gerek yok sanırım, ki zaten filmin tek esprisi aktörler ve karakterleri.Özellikle Lee Van Cleff'in The Bad ile niçin efsaneleştiğini rahatlıkla anlayabiliyorsunuz.Diğerleriyse bildiğiniz gibi Clint ve Wallach zaten.Fakat karakterlerin bireysel şovları dışında biraz boş bir film oluyor.Keyifli sayılabilir, ama yine de 4. sıra yerine 224. olsa daha mantıklı dururdu.

Ve benim gözümde gelmiş geçmiş en iyi western filmi, Butch Cassidy & the Sundance Kid.Büyük bir önyargıyla, beğenmeme modunda izlemeye başlamama rağmen, repliklerdeki mizah anlayışıyla diğer hiçbir western filminden almadığım o keyifi sonunda alabildim.Zaman zaman kahkaha attığım bölümleri bile oldu.Eğer o zamanlarda yaşasaydım ben de böyle yaşamak isterdim dedirtiyor insana.Sergio Leone'nin spaghetti westernlerindeki o gereksiz rol keşisler ve dar kafalı adamlardan sonra, Butch ve Sundance sanki günümüz karakterleri gibi kalıyor.Post modern western anlayışı klasik western anlayışını yıkıyor bir diğer deyişle.

Butch Cassidy: Kid, there's something I ought to tell you. I never shot anybody before.
Sundance Kid: One hell of a time to tell me.

11 Şubat 2009 Çarşamba

Chelsea'de Hiddink Dönemi


Şuan skysport'da gördüğüm habere göre taraflar anlaşmış ve büyük usta Guus Hiddink artık Chelsea'li oluyor.Hiddink halen Rusya'nın başında olduğundan şuan için sezon sonunda bitecek bir kontrat konuşuluyor, fakat iki tarafın da ne kadar memnun kalacağını düşünerek bu kontratın uzatılacağından neredeyse eminim.Rusya ile beraber Chelsea'yi yönetebilir.

Dünya hep Mourinho'yu, Wenger'i, Lippi'yi ya da zamanında Rijkaard'ı tartışırken o hep unutulan ve hakkı verilmeyen usta olarak kenarda kalmıştı.Gittiği her takımdan maksimum verimi alabilen Hiddink, benim için Capello ve Ferguson ile beraber en iyi üç teknik adamdan biri.Bu kadroya hakkını veren ilk adam olacağından da eminim.Chelsea aslında abartıldığını düşündüğüm Mourinho'yu saymazsak; Ranieri, Grant ve Scolari saçmalıklarından sonra en iyi tercihini yapmış oldu.Eğer bir mucize gerçekleşip Barcelona elenirse, CL için artık en büyük aday Chelsea olur.Elinde sihirli değnek olan bu büyük ustanın takımını izlemek için sabırsızlanıyorum.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Best Picture


Oscar töreni yaklaşıyor.Yılın en zevkli akşamlarından biri gelmek üzere.Uzun zamandır sinema için bu kadar iyi bir yıl geçmemişti.Oscar Töreni'nin en büyük ödülü En İyi Film Ödülü de geçmiş yıllara nazaran daha kaliteli ve çetin bir rekabete sahne oluyor.

İki filmi de izleme şansını buldum.Önce Slumdog Millionaire'i izledim.Birçok insanın bayıldığı, fakat benim hiç sevmediğim ''City of God'' havasında başlayan film gittikçe farklılığını göstermeye başladı ve filmin sonunda benim gibi filmlerde pek heyecanlanmayan bir izleyiciyi bile heyecanlandırdı.Birçok sosyal mesajı harika bir şekilde ulaştırdı bize.Bunun yanında Hindistan için filmin çok kötü bir reklam olduğunu da söylemeliyim.Bir Hint olsam, bu filmden nefret ederdim.Uzatmıyorum, filmin Oscar'ı alabileceğine inandım izledikten sonra.Ta ki...

The Curious Case of Benjamin Button'ı izleyene kadar.Son yıllarda Oscar'a aday olan filmler arasında (ki gösterişsiz ama esas güzel filmler aday olmuyor nedense) izlediğim en iyi filmdi.Biraz uzun olmasının dışında, baştan sona bizi ekrana kilitledi.Senaryo tek cümleyle açıklandığı kadar olsaydı, yani durum sadece yaşlı doğup gençleşmek olsaydı bu kadar beğenmezdim, ama Button'ın ağzından çıkan kelimeler, ortamlar, görüşleri hepsi mükemmeldi.Spoiler vermemek için detaya giremiyorum, ama ikinci yarının ortaları beni şahsen büyüledi.

Slumdog Millionaire'e pek ödül kalmayacak anlaşılan...

8 Şubat 2009 Pazar

Çetin Altan ve Şarap


Milliyet Pazar'da Mehmet Yalçın, Çetin Altan'dan bahsetmiş ve ustanın beni çok etkileyen şarap yorumunu da eklemiş.

''Bir toplumda şarap kültüründen yoksunluğun o topluma nelere malolduğunu saptamak kolay mıdır? Türkiye 794000 hektarlık bağlarıyla dünyada beşincidir.Şarapçılıkta ise otuzuncu...

Şarapçılıkta da beşinci olsaydık, gerek ekonomi, gerek yaşam düzeyi açısından tam bir keyif ülkesi olacaktık.Yalnız turizm gelirimiz 8 milyar doları bulacaktı.Bir o kadar da şarap ihracatından kazanacaktık... Ne köylerdeki kerpiçle tezek mezbelesi kalacaktı ortalıkta, ne işsizlik, ne de sigara dumanlarıyla tavla şıkırtıları arasında milyonlarca insan yaşamını öğüten erkek erkeğe kahveleri...''

''Kırk beş derecelik rakının yerine, eski uygarlıklardan miras kalan şarabı koyabilmiş olsaydık, on iki derece olan şarabı kadınlar da içebileceği için, hoyratlıklarımız ve kadınsızlıklarımız, çok daha başka bir ahengin yumuşaklığında ve yaratıcılığında olacaktı...''

1 Şubat 2009 Pazar

Rise


Kötü bir günden sonra dinlenecek en güzel şarkılardan biridir Rise.İlk dinleyişin üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen her dinleyişte aynı motivasyonu verebiliyor bana.Film de güzeldi de, Eddie Vedder'ın sesi filmin önüne geçiyor haliyle.Sözlerin de güzelliği...

Such is the way of the world
You can never know
Just where to put all your faith
And how will it grow

Gonna rise up
Burning back holes in dark memories
Gonna rise up
Turning mistakes into gold...

Konu Bira


Herkesin damak tadı farklıdır elbette.Bira konusunda da olduğu gibi.Kimisi sarı bilindik birayı sever, kimisi beyaz birayı, kimisi ale'yi veya dark'ı.Bizim ülkemizde pek bira kültürü yoktur.Şişman şişe Efes'ı kaktırırlar hep tabiri caizse.Türk barlarının fıçı deposunun hijyeni de biraz riskli olduğu için fıçı da gitmez genelde bizde.Efes içmeyen Miller içer nedense.Diğer satılan Carlsberg, Grolsch, Bud, Heineken ya da Corona'yı içenler ise küçük bir topluluk sadece.Fiyat olarak da mantıksız derecede fark var biralar arasında.Dünyada tüm biralar aynı fiyattır, küsürat oynar sadece.Bizdeyse farklar barlarda üç kata kadar bile çıkabiliyor bazen.Dünyanın en gözde birası ise neredeyse yok bizde.Guinness, dünyanın en ünlü birası olmasına rağmen mesela İzmir'de onu satan bir bar bulamıyorsunuz.Çok özel biriki marketten temin edebiliyorsunuz sadece.Stella ya da benim bir numaralı favorim Newcastle ise hiçbir yerde yok bu ülkede.Belki İstanbul'da gözümden kaçan 3-4 yerde vardır, ama İzmir'de kesinlikle yok.Peki neden yok? Artık her sektörde herşeyi getirmeye başlamışken, krizde büyüyen ender sektörlerden biri olan alkol sektörünün bir numaralı içeceği olan birada bu lokal darlık neden?

Melbourne'un Ardından


Ne turnuva oldu ama... Sıcak-soğuk kavgaları, dökülen yıldızlar, efsanevi bir Nadal-Federer finali daha, Serena'nın geri dönüşü, Djokovic'in sıcaktan maçı bırakışı, Del Potro'nun komik demeçleri, Rus bayanların tenisi ele geçirme çabaları ve kortun üzerinin kapanma kavgası... Gerçekten olaylı ve keyifli bir turnuva oldu.

Bence turnuvanın en enteresan olayı bayanlar çeyrek finalde Serena-Kuznetsova maçında kortun üzerinin kapanmasıydı.Serena maça çok kötü başlamış, ilk seti vermişti ve gerçekten ümitsiz bir vaka gibi duruyordu.Sonra turnuva başından beri yapılmayan yapıldı ve kortun çatısı kapatıldı.Hem de maçın ortasında.Turnuvanın ilk gününden beri herkes sıcaktan perişan olurken, maçları yarıda bırakanlar bile olurken, 40 derecenin üzerinde maçlar oynanırken üzeri kapatılmayan kort çeyrek final maçının tam ortasında kapatıldı.Sıcaktan kurtulan Serena'da maçı kazanmayı bildi.Turnuvayı şampiyon olarak bitirdiğini düşünürsek de olayın ne kadar mühim olduğunu söylemeye gerek bile yok.Maç sonrası Kuznetsova'nın ''Hakkım yendi.Bugüne kadar kapatılmayan çatı maçın ortasında kapatıldı.Bu yüzden kaybettim.'' dedikten sonra, Serena'nın da ''Evet, çatı kapatılmasa yenemezdim'' itirafı gelince işler iyice karıştı.Sonuç değişmedi tabi ki, Serena şampiyonluğa giderken, Kuznetsova bunu sadece izlemekle yetindi.Yoksa Rusya 4 yarıfinalistle tarihi bir başarı elde edecekti.Şimdiyse şampiyon bile çıkartamadılar.Haksızlığın boyutu gerçekten büyük.

''Hep beni yazın!''


Futbol camiasında antipatik yıldız pek yoktur.Genelde yeni gelenler eski jenarasyona hep saygı göstermiştir.''Ben, ben, sadece ben!'' diyen pek olmamıştı.Ta ki Cristiano Ronaldo gelene kadar...

Daha önceden de çok fazla antipatik demeci olsa bile sadece son bir aydaki iki demeci bile yeterli onu sevmemeye.Önce Yılın Oyuncusu Ödülü'nün favorisi olduğu sorulduğunda ''En iyisi benim, ikincisi de benim,hatta üçüncüsü bile benim'' demişti saygısız tavırlarla.Ödülü aldı ardından, ki ben Fifa'nın bu demeç sonrası ödülü başkasına vermesi gerektiğinden yanaydım.Yılın Futbolcusu olmak sadece sahadaki performansa değil, adam olmaya da bakmalıydı bence... Neyse onlar öyle düşünmediler.Ronaldo'nunsa demeçleri devam etti, ''Bana göre; Avrupa’nın en iyi futbolcusu benim! Kendimi övdüğümü düşünebilirsiniz, ama böyle... Ben tarihe geçmek istiyorum. Basın hep beni yazsın istiyorum. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu olarak anılmak istiyorum. Evet, çok şey istiyorum..."

Bir röportajında filmlerde oynayıp oynamayacağı sorulduğunda ''Benim futbol dışında yeteneklerim de var, insanların daha haberi yok'' diyen, ya da Brezilya maçında genç bir oyuncunun ayağını kırmaya çalışan birinden de bu tarz açıklamalar beklenirdi zaten.

Futbolda zamanında Maldini, Baggio, Weah, Laudrup veya Bergkamp'ı izleyen ve takip eden bir futbolsever olarak, yeni jenarasyon yıldızlarından da bu efendiliği görmek isterdim açıkcası.Ama pek umudum yok, futbolun yozlaşması hızla devam edecek sanırım.