83. Oscar Töreni için zaman azaldıkça sinemaseverler için heyecan artıyor. Pazarı pazartesiye bağlayan gece NTV’den canlı yayınla tüm dünyayla birlikte Oscar Töreni’ne davetiyemiz ya da smokinimiz olmadan katılabileceğiz.
Sinemanın büyüsüne büyü katan Oscar Törenleri’ni bu kadar çekici kılan nedenlere baktığımızda emeklerin ödüllendirildiği bir tören olmasıyla birlikte modanın takibinden sosyal mesajlara, sevdiğiniz tanıdık yüzlere, duygu yüklü ödül konuşmalarına, hatta artık hayatta olmayan bir çok yıldızı anıp özgün bir sadakat göstermelerine kadar bir çok neden görebiliyoruz.
Filmleri izleyenler içinse ayrı bir keyif olarak, kendi beğenisinin ödülü kazanıp kazanmayacağı heyecanı da var ki aslında törenin en büyük keyfi de bu heyecan aslında. Fakat bu yıl Türkiye’de filmlerin bir bölümünün gösterime son günlerde girmiş olması, bir bölümünün de gösterime hiç girmemiş olması nedeniyle maalesef büyük çoğunluk bu keyiften mahrum bırakıldı.
Başlıca ödülleri ve adayları bir izleyici gözüyle incelersek,
En iyi Film Ödülü
Sinema açısından bir çok kaliteli film perdeye aktarıldığı için iyi bir yıl oldu diyebiliriz. Filmlerin dünya genelinde beğenildiğinin bir örneği açısından ‘’Imdb Top 250’’ listesine bugün itibariyle tam sekiz 2010 yılı filminin girmesini gösterebiliriz. Fakat seyirciyi yerinden oynatan, hayatını etkileyen o büyük yapımlardan ziyade bu yılki filmlerin çoğunun beğeni bakımından ortalamanın üstünde olmasına rağmen inanılmaz olmadığını düşünüyorum. Şahsen sadece tek bir filmde çok etkilendim, o da Akademi’nin hiçbir zaman sevmediği bilimkurgu türünden de biraz payını aldığını için ödül şansı pek olmayan ‘’Inception’’ (Başlangıç) filmi. Yaratıcılığın sınırlarını zorlayan senaryosu, detaylara verdiği önemi, gizemi, etkileyici görüntüleri ve sizi koltuğunuza yapıştıran heyecanıyla tam puanı zorlanmadan alıyor. ‘’Toy Story 3’’ (Oyuncak Hikayesi 3) farklı bir kategoride olduğu için ayırırsak, gizem açısından ‘’Black Swan’’ (Siyah Kuğu) filmi de seyircisine kendisini merakla izdirse de diğer aday filmlerin bu heyecandan ve gizemden çok uzak olduğunu söyleyebilirim. Sonuç olarak En İyi Film Ödülü favorim ‘’Inception’’, ama Akademi aynı fikirde olmadığına göre daha realist bir açıdan bakmaya devam edelim.
‘’The King’s Speech’’ (Zoraki Kral) Akademi’nin sevdiği türden ciddi ve gerçekci bir film olduğu için En İyi Film Ödülü’nün en büyük adayı konumunda. Hatta ödülü alamaz ise sürpriz bile sayılabilir. Çok başarılı oyunculukların yanında anlatımı ve zamanını başarılı yansıtmasıyla senaryonun olabilecek en iyi şekilde perdeye aktarıldığını düşünüyorum. Başka hangi aktör ya da hangi yönetmen olursa olsun herhalde bu senaryo daha başarılı bir filme dönüşemezdi. Fakat senaryo çoğunluk için çekici değil ve filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar sonunun da belli olduğunu düşünürsek hayata bakış açımızı derinden etkileyen bir film olamıyor.
Ve Black Swan… Bazı açılardan mükemmel, bazı açılardan ise eksik sanki. Hırsı, mükemmelliyetçiliği ve mükemmelliyetçiliğin getirdiği baskıyı şizofrenik bir yolla anlatılışı Natalie Portman’ın efsanevi oyunuyla birleşince izleyiciyi tamamen içine çekiyor. Akıcı dili ve temposuyla da sizi bırakmıyor. Final ise müziğin de büyük etkisiyle filmin en başarılı bölümü. Fakat seyirciyi gereğinden fazla gerdiğini ve rahatsız etmek için çaba sarfettiğini düşünüyorum. Biraz daha psikolojik analize ve olayın nedenine inilebilseydi daha etkili olabilirdi kanısındayım. Neredeyse bir korku filmine dönüşmek yerine biraz daha drama yüzünü çevirebilseydi keşke. Müthiş final o zaman daha da anlam kazanırdı. Ödülü elbette alabilir, ama The King’s Speech’in bir adım gerisinde olduğunu düşünüyorum.
Golden Globe Ödülü’nü alarak Oscar ihtimalini yükselten ‘’The Social Network’’ (Sosyal Ağ) filmi ise yönetmeni David Fincher olduğu için rahat izlenen, temposu yüksek ve eğlenceli bir film olmasına rağmen biraz abartıldığını düşünüyorum. Aslında Zoraki Kral’da olduğu gibi Sosyal Ağ’da da senaryonun aktarımı çok başarılı, ama bu film her ne kadar herkesin hayatını etkileyen bir siteden bahsediyor olsa da, görüşüme katılmayabilirsiniz, ama bana daha çok bir gençlik filmi gibi geliyor. Öte yandan sanki biraz olağan ve farksız bir yapım gibi. Akademi’nin önem verdiği sosyal mesajlara da çok değinmediğini düşünürsek En İyi Film Ödülü’nü alması Golden Globe’a rağmen sürpriz sayılmalı.
Diğer bir büyük aday da boksör iki kardeşin gerçek yaşanmış öyküsünü anlatan ‘’The Fighter’’ (Dövüşçü) filmi. Christian Bale’in mükemmel performansına rağmen filmin senaryosu gereği çok etkileyici olduğunu düşünmüyorum. Ana tema maalesef biraz klişe duruyor. Filmin ilk yarısında da biraz fazla zaman harcanmış gibi. Her ne kadar insanın ruhuna işleyebilen özgün bir film olmasa da zamanını yansıtabilmesi ve başarılı oyunculuklarıyla aday olacak kadar iyi, ama ödülü alamayacak kadar tek düze duruyor.
Kadrosunda Jeff Bridges ve Matt Damon’u barındıran ‘’True Grit’’ (İz Peşinde) 1969 yılında John Wayne’in oynadığı filmin tekrar çekimi. Oyunculuklar olsun, dekorlar olsun, kıyafetler olsun her yönüyle kaliteli bir yeniden çevirim. Fakat bu filmde bir eksik var. Filmin seyirciyi çok içine çekemediğini düşünüyorum. Belki de klişelerin fazlalığı ve ağır temposu bu eksikliğe yol açıyor. Örneğin Unforgiven’ın insanda yarattığı etkiyi yaratamıyor. Jeff Brigdes ismine yakışır bir oyun ortaya koysa da En İyi Film Ödülü’nü alması çok düşük bir ihtimal.
‘’127 Hours’’ (127 Saat) gerçek yaşanmış bir hikaye olarak bu yılın modasına uyan bir başka film. Senaryo gereği genellikle tek mekan üzerinden gidiyor olsa da çok uzatılmadığı için seyircisini sıkmıyor. Film üzücü bir hikayeyi anlatsa da aslında bizi üzerek prim yapmak istemiyor. Dramatize dengesi gayet iyi tutturulmuş, hatta durum çok vahimken bile James Franco’nun enerjisi ve umudu iyimser bulunabilir. Fakat bazı mantıksal hatalı sahneleri ve bazı klişeleri de mevcut. Her ne kadar hayatın değerini bize hatırlatan başarılı bir yapım olsa da favorilere nazaran biraz geride kalıyor.
Adaylardan ‘’The Kids Are All Right’’ (İki Kadın, Bir Erkek) ise mükemmel olabilecek iken vasat çizgisinde kalmış bir film görüntüsünde. Senaryo ana fikir olarak hem mizah açısından, hem de dram açısından yaratıcılığa çok uygun olmasına rağmen ben filmin bu avantajı yeterince kullanabildiğini düşünmüyorum. Ebeveyn olan çiftin kendi iç sorunlarını fazlasıyla göstermek yerine çocuklarla baba arasındaki bağlantıya daha çok önem verebilirlerdi. O zaman hem dram, hem de komedi barındırması açısından ikinci bir Little Miss Sunshine olabilirdi belki de. Adaylar arasında ödüle en uzak film olarak görüyorum.
Son aday ise 2010 Sundance Film Festivali’nde Juri Büyük Ödülü’ni kazanan ‘’Winter’s Bone’’. A.B.D’nin pek de bilinmeyen bir yüzünü bizlere gösteren, sefalet, imkansızlıklar ve suça boğulmuş yalnız insanların hayatlarına tanık olduğumuz, çok ağır tempoda gitmesine rağmen etkileyici ve bir o kadar da rahatsız edici bir film aslında. Bu sert ve ciddi yapımın Oscar’a aday olması da ödülün yelpazesi açısından iyi bir gelişme sayılabilir. Kazanması imkansıza yakın olsa da True Grit, The Fighter, 127 Hours ve The Kids Are All Right’a nazaran gerçekçiliği ile daha etkileyici bulduğum bir film oldu.
En İyi Erkek Oyuncu Ödülü
90’lı yılların başından beri hiç bu kadar büyük bir çekişme yaşanmamıştı, iki isimden biri gerçekten hak ettiğini alamamış olacak. Her ne kadar ödülün en büyük favorisi Zoraki Kral’da kekeme problemini yenmeye çalışan Kral VI. George rolündeki Colin Firth olarak gözükse de Biutiful filmdeki Javier Bardem’in önüne herhangi bir ismi yazmak hiç de kolay değil. Aslında Colin Firth’ün rolü gereği rakiplerine karşı bir avantajı var, çünkü oynadığı karakterin özelliğini başarabildiği taktirde kendi doğruları olan sarhoş bir kovboyu ya da internet sitesi kurucusu olan asosyal bir genci oynayan aktörlere ne kadar iyi oynarsa oynasınlar pek şans bırakmıyor. Daha zor bir oyunculuk gerektiren bu rolü de mükemmele yakın oynayınca Akademi için en uygun aday oluyor. Diğer yandan Javier Bardem ise rol yapmıyor, gerçekten yaşıyor Uxbal karakterini, hatta Uxbal’a dönüşmüş bile diyebiliriz. ‘’Mar Adentro’’ (İçimdeki Deniz) filmindeki müthiş performansının da üzerine çıkabilmiş. Bu nedenle benim favorim Javier Bardem, ama Akademi ödülü Colin Firth’e verdiğinde ki vereceğine eminim, ortada bir hak yeme durumu olduğunu da düşünmeyeceğim. Diğer aday Jeff Bridges’in derslik niteliğindeki performansı ise bu iki rol yüzünden yanlış yıla denk geliyor. Jesse Eisenberg’in de beklentinin üzerine çıktığını söyleyebiliriz. Son olarak ise Blue Valentine filminde psikolojisi bozulmuş sevgili rolüyle çok etkileyici bir performans sergileyen Ryan Gosling’in aday bile olamayarak yılın şanssızı olduğunu söyleyebiliriz.
En İyi Kadın Oyuncu Ödülü
Burada En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ndeki gibi bir seçim zorluğu yok, çünkü Natalie Portman rakipsiz bir durumda. Her ne kadar Golden Globe’u The Kids Are All Right filminde ailenin baba rolünü üstlenmiş lezbiyen anne rolüyle Annette Bening alsa da aynı durumun Oscar akşamında yaşanmasına pek ihtimal vermiyorum. Hatta Anette Bening bana göre adaylar arasında en zayıf durumda olan isim. Şahsen rolün oturmadığını ve bunun belirgin olduğunu düşünüyorum.Winter’s Bone’da kardeşlerine bakan, ilkel şartlarda yaşamaya çalışan, babasını inatla arayan eril bir kız karakterini kusursuza yakın oynayan Jennifer Lawrence da, Blue Valentine seyircisini üzmeyi rahatlıkla başaran Michelle Williams da bana göre Annette Bening’in önündeler. Aslında Natalie Portman’ın performansını düşününce lafı fazla uzatmış bile olabilirim. Son on yılın ödülü verilse Portman onu bile alabilir. Bir kariyer Mathilda ile başlarsa devamı da ancak bu şekilde olabilir.
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü
Bu kategoride de seçim yapmak en az Colin Firth ile Javier Bardem arasında seçim yapmak kadar zor. Zoraki Kral’da kralın doktoru rolünü oynayan Geoffrey Rush en az 1996 yılında Shine filmiyle En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldığı kadar kusursuz bir performans sergiliyor. Şahsen önce The King’s Speech’i izledim ve film sonrası Geoffrey Rush’ın ödülü aldığına emindim. O rolü belki de dünyada hiçbir aktör bu kadar gerçek gösteremezdi. Daha sonra ise The Fighter’ı izledim ve Geoffrey Rush’dan o kadar emin olmama rağmen Christian Bale’in hakkı olduğunu gördüm. Özellikle de film bittikten sonra Bale’in canlandırdığı Dicky Ecklund’un kendisini gördüğümüz an Bale’in ne kadar başarılı olduğunu bir kez daha anladık. Neredeyse Dicky Ecklund’un kendisinden daha çok Dicky Ecklund’du. Mark Ruffalo’nun ise karakterinin gerektirdiği hafif şapşallığı ve şaşkınlığı gerçekten iyi yansıtmasına rağmen bu ikilin yanında pek şansı yok.
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü
Aslında adayların hiçbirisinin Oscar seviyesinde bir performans sergilediğini düşünmüyorum. Hatta bu kategori en verimsiz kategori olabilir. Kralın eşi rolüyle başarılı da olsa Helena Bonham Carter’ı perdede çok az görüyoruz, öte yandan The Fighter filminde boksörün sevgilisi rolündeki Amy Adams da vasatın üzerinde bir performans sergilese de tıpkı Jackie Weaver gibi ödül için yeterli değil. Bu yüzden Akademi bir sürpriz yapıp, True Grit’in küçük, onurlu ve azimli kızı Hailee Steinfeld’e bu ödülü verebilir. Sürpriz sayılmayacak isim ise Golden Globe’u da alan, boksörlerin hafif çatlak annesi rolüyle Melissa Leo olacak. Carter, Leo ve Stenfeld arasından favorim Leo, sürprizim ise Steinfeld.
En İyi Yönetmen Ödülü
İki tane senaryosunu mükemmel şekilde perdeye aktaran film The King’s Speech ve The Social Network’ün yönetmenleri Tom Hooper ve tarihte en çok hakkı yenen yönetmen David Fincher en büyük adaylar. Aronofsky’nin ise Black Swan ne kadar etkileyici olsa da yönetmen olarak bu iki ismin gerisinde kalıyor. Coen Kardeşler’in True Grit, David O. Russell’ın da The Fighter ile ödülü alması da ihtimal dahilinde gözükmüyor. David Fincher bugüne kadar Fight Club, Seven, The Game ve The Curious Case of Benjamin Button gibi dehasal filmlere imza atmış olsa da bu ödülü hiç alamadı. Fakat sırası gelene ödül verme mantığını hoş karşılamıyorum. Her ne kadar Fincher’ın daha önce bir çok kez Oscar almış olması gerekiyor olsa da favorim kusursuz çekimleriyle The King’s Speech’in genç yönetmeni Tom Hooper. Inception’ın yönetmeni Christopher Nolan’ın ise aday gösterilmeyip, hakkı yenenler listesinde David Fincher’ın arkasından geldiğini de hatırlatalım.
En İyi Özgün Senaryo Ödülü
Adaylar arasında benim için en dikkat çekici senaryo yılın en iyi filmi olarak yorumladığım Inception’a ait. Rüyalar inşa edip, insanlardan bu yolla bilgiler almaya ve fikirlerini değiştirmeye dayalı, yaratıcı, detaylı, duygusal ve bir o kadar da hareket içeren senaryosuyla en azından bu ödülü almalı, fakat Christopher Nolan’ı görmezden gelen Akademi’nin böyle düşünmediği aşikar. Ödülü yüksek ihtimalle ilk dakikasından filmin sonu dahil belli olan The King’s Speech alacaktır. Halbuki The Kids Are All Right bile yapay döllenmeyle çocuk sahibi olan lezbiyen çiftin çocuklarının sperm dönörü babalarınıyla olan ilişkilerini konu ettiği ana temasıyla bana göre daha ön planda. The Fighter ise fazlasıyla klişe duruyor. Gönlüm Christoper Nolan’ın en azından yazarlığıyla Memento ile alamadığı ödülü bu defa almasından yana.
En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü
Golden Globe’u da alan The Social Network bu kategorinin favorisi durumunda. En yakın rakibi olarak görebileceğimiz 127 Hours’un yazarları Danny Boyle ve Simon Beaufoy’un da Slumdog Millionare ile ödülleri toplayarak buradaki şansını biraz azalttığını düşünürsek, The Social Network’un yazarı Aaron Sorkin’in ilk adaylığında ödüle ulaşma ihtimali daha da artıyor.
En İyi Yabancı Film Ödülü
Aslında son yıllara bakıldığında bu ödülü alan filmlerin En İyi Film Ödülü’nü alan filmlerden bile daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Fakat Amerika patentli olmadıkları için popülerlik sıkıntısı çeken bu filmlerin ödülü de pek tabi ki hakkını bulamıyor. Bu yıl Kanada, Yunanistan, Cezayir, Danimarka ve Javier Bardem’i de barındıran Meksika yapımı filmler adaylar arasında. İki favori ön plana çıkıyor, ilki Golden Globe’u da alan Danimarka yapımı In a Better World. İki ailesel sıkıntı çeken çoçuğun yeni başlayan arkadaşlığını anlatırken iyilik ve kötülük üzerine rahatsız edici gerçekleri, uzakta olma sorununu, toplum ve birey ilişkisini ve aile kavramını da sunan film İskandinav stiline uygun olarak seyirciyi düşünmeye itiyor. Fakat In a Better World ne kadar başarılı da olsa Biutiful’un bir adım önde olduğunu düşünüyorum. Her sahnesinde izleyiciyi sarsıyor ve bunu kusursuz bir gerçeklikle yapmayı başarıyor. Bir film ilk sahnesinden itibaren karnınızda bir ağrı hissettiriyorsa ve bunu gözünüze sokmadan yapabilmeyi başarabiliyorsa bu ödülü hak ediyordur. Bir sahnesinde kızı Uxbal’a ‘’beautiful’’ kelimesinin yazılışını soruyor, aslında o kelime bu film gibi yazılıyor.
En iyi Animasyon Ödülü
Bu kategoride sürpriz beklenmiyor. Gelmiş geçmiş en iyi animasyon tartışmalarına konu olan Toy Story 3 en iyi film dalında bile adayken rakibi olarak gösterebileceğimiz How to Train Your Dragon’a geçilmesi ihtimal dahilinde gözükmüyor.