27 Şubat 2011 Pazar

Seyirci Gözüyle Oscar Töreni


83. Oscar Töreni için zaman azaldıkça sinemaseverler için heyecan artıyor. Pazarı pazartesiye bağlayan gece NTV’den canlı yayınla tüm dünyayla birlikte Oscar Töreni’ne davetiyemiz ya da smokinimiz olmadan katılabileceğiz.

Sinemanın büyüsüne büyü katan Oscar Törenleri’ni bu kadar çekici kılan nedenlere baktığımızda emeklerin ödüllendirildiği bir tören olmasıyla birlikte modanın takibinden sosyal mesajlara, sevdiğiniz tanıdık yüzlere, duygu yüklü ödül konuşmalarına, hatta artık hayatta olmayan bir çok yıldızı anıp özgün bir sadakat göstermelerine kadar bir çok neden görebiliyoruz.

Filmleri izleyenler içinse ayrı bir keyif olarak, kendi beğenisinin ödülü kazanıp kazanmayacağı heyecanı da var ki aslında törenin en büyük keyfi de bu heyecan aslında. Fakat bu yıl Türkiye’de filmlerin bir bölümünün gösterime son günlerde girmiş olması, bir bölümünün de gösterime hiç girmemiş olması nedeniyle maalesef büyük çoğunluk bu keyiften mahrum bırakıldı.

Başlıca ödülleri ve adayları bir izleyici gözüyle incelersek,

En iyi Film Ödülü

Sinema açısından bir çok kaliteli film perdeye aktarıldığı için iyi bir yıl oldu diyebiliriz. Filmlerin dünya genelinde beğenildiğinin bir örneği açısından ‘’Imdb Top 250’’ listesine bugün itibariyle tam sekiz 2010 yılı filminin girmesini gösterebiliriz. Fakat seyirciyi yerinden oynatan, hayatını etkileyen o büyük yapımlardan ziyade bu yılki filmlerin çoğunun beğeni bakımından ortalamanın üstünde olmasına rağmen inanılmaz olmadığını düşünüyorum. Şahsen sadece tek bir filmde çok etkilendim, o da Akademi’nin hiçbir zaman sevmediği bilimkurgu türünden de biraz payını aldığını için ödül şansı pek olmayan ‘’Inception’’ (Başlangıç) filmi. Yaratıcılığın sınırlarını zorlayan senaryosu, detaylara verdiği önemi, gizemi, etkileyici görüntüleri ve sizi koltuğunuza yapıştıran heyecanıyla tam puanı zorlanmadan alıyor. ‘’Toy Story 3’’ (Oyuncak Hikayesi 3) farklı bir kategoride olduğu için ayırırsak, gizem açısından ‘’Black Swan’’ (Siyah Kuğu) filmi de seyircisine kendisini merakla izdirse de diğer aday filmlerin bu heyecandan ve gizemden çok uzak olduğunu söyleyebilirim. Sonuç olarak En İyi Film Ödülü favorim ‘’Inception’’, ama Akademi aynı fikirde olmadığına göre daha realist bir açıdan bakmaya devam edelim.

‘’The King’s Speech’’ (Zoraki Kral) Akademi’nin sevdiği türden ciddi ve gerçekci bir film olduğu için En İyi Film Ödülü’nün en büyük adayı konumunda. Hatta ödülü alamaz ise sürpriz bile sayılabilir. Çok başarılı oyunculukların yanında anlatımı ve zamanını başarılı yansıtmasıyla senaryonun olabilecek en iyi şekilde perdeye aktarıldığını düşünüyorum. Başka hangi aktör ya da hangi yönetmen olursa olsun herhalde bu senaryo daha başarılı bir filme dönüşemezdi. Fakat senaryo çoğunluk için çekici değil ve filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar sonunun da belli olduğunu düşünürsek hayata bakış açımızı derinden etkileyen bir film olamıyor.

Ve Black Swan… Bazı açılardan mükemmel, bazı açılardan ise eksik sanki. Hırsı, mükemmelliyetçiliği ve mükemmelliyetçiliğin getirdiği baskıyı şizofrenik bir yolla anlatılışı Natalie Portman’ın efsanevi oyunuyla birleşince izleyiciyi tamamen içine çekiyor. Akıcı dili ve temposuyla da sizi bırakmıyor. Final ise müziğin de büyük etkisiyle filmin en başarılı bölümü. Fakat seyirciyi gereğinden fazla gerdiğini ve rahatsız etmek için çaba sarfettiğini düşünüyorum. Biraz daha psikolojik analize ve olayın nedenine inilebilseydi daha etkili olabilirdi kanısındayım. Neredeyse bir korku filmine dönüşmek yerine biraz daha drama yüzünü çevirebilseydi keşke. Müthiş final o zaman daha da anlam kazanırdı. Ödülü elbette alabilir, ama The King’s Speech’in bir adım gerisinde olduğunu düşünüyorum.

Golden Globe Ödülü’nü alarak Oscar ihtimalini yükselten ‘’The Social Network’’ (Sosyal Ağ) filmi ise yönetmeni David Fincher olduğu için rahat izlenen, temposu yüksek ve eğlenceli bir film olmasına rağmen biraz abartıldığını düşünüyorum. Aslında Zoraki Kral’da olduğu gibi Sosyal Ağ’da da senaryonun aktarımı çok başarılı, ama bu film her ne kadar herkesin hayatını etkileyen bir siteden bahsediyor olsa da, görüşüme katılmayabilirsiniz, ama bana daha çok bir gençlik filmi gibi geliyor. Öte yandan sanki biraz olağan ve farksız bir yapım gibi. Akademi’nin önem verdiği sosyal mesajlara da çok değinmediğini düşünürsek En İyi Film Ödülü’nü alması Golden Globe’a rağmen sürpriz sayılmalı.

Diğer bir büyük aday da boksör iki kardeşin gerçek yaşanmış öyküsünü anlatan ‘’The Fighter’’ (Dövüşçü) filmi. Christian Bale’in mükemmel performansına rağmen filmin senaryosu gereği çok etkileyici olduğunu düşünmüyorum. Ana tema maalesef biraz klişe duruyor. Filmin ilk yarısında da biraz fazla zaman harcanmış gibi. Her ne kadar insanın ruhuna işleyebilen özgün bir film olmasa da zamanını yansıtabilmesi ve başarılı oyunculuklarıyla aday olacak kadar iyi, ama ödülü alamayacak kadar tek düze duruyor.

Kadrosunda Jeff Bridges ve Matt Damon’u barındıran ‘’True Grit’’ (İz Peşinde) 1969 yılında John Wayne’in oynadığı filmin tekrar çekimi. Oyunculuklar olsun, dekorlar olsun, kıyafetler olsun her yönüyle kaliteli bir yeniden çevirim. Fakat bu filmde bir eksik var. Filmin seyirciyi çok içine çekemediğini düşünüyorum. Belki de klişelerin fazlalığı ve ağır temposu bu eksikliğe yol açıyor. Örneğin Unforgiven’ın insanda yarattığı etkiyi yaratamıyor. Jeff Brigdes ismine yakışır bir oyun ortaya koysa da En İyi Film Ödülü’nü alması çok düşük bir ihtimal.

‘’127 Hours’’ (127 Saat) gerçek yaşanmış bir hikaye olarak bu yılın modasına uyan bir başka film. Senaryo gereği genellikle tek mekan üzerinden gidiyor olsa da çok uzatılmadığı için seyircisini sıkmıyor. Film üzücü bir hikayeyi anlatsa da aslında bizi üzerek prim yapmak istemiyor. Dramatize dengesi gayet iyi tutturulmuş, hatta durum çok vahimken bile James Franco’nun enerjisi ve umudu iyimser bulunabilir. Fakat bazı mantıksal hatalı sahneleri ve bazı klişeleri de mevcut. Her ne kadar hayatın değerini bize hatırlatan başarılı bir yapım olsa da favorilere nazaran biraz geride kalıyor.

Adaylardan ‘’The Kids Are All Right’’ (İki Kadın, Bir Erkek) ise mükemmel olabilecek iken vasat çizgisinde kalmış bir film görüntüsünde. Senaryo ana fikir olarak hem mizah açısından, hem de dram açısından yaratıcılığa çok uygun olmasına rağmen ben filmin bu avantajı yeterince kullanabildiğini düşünmüyorum. Ebeveyn olan çiftin kendi iç sorunlarını fazlasıyla göstermek yerine çocuklarla baba arasındaki bağlantıya daha çok önem verebilirlerdi. O zaman hem dram, hem de komedi barındırması açısından ikinci bir Little Miss Sunshine olabilirdi belki de. Adaylar arasında ödüle en uzak film olarak görüyorum.

Son aday ise 2010 Sundance Film Festivali’nde Juri Büyük Ödülü’ni kazanan ‘’Winter’s Bone’’. A.B.D’nin pek de bilinmeyen bir yüzünü bizlere gösteren, sefalet, imkansızlıklar ve suça boğulmuş yalnız insanların hayatlarına tanık olduğumuz, çok ağır tempoda gitmesine rağmen etkileyici ve bir o kadar da rahatsız edici bir film aslında. Bu sert ve ciddi yapımın Oscar’a aday olması da ödülün yelpazesi açısından iyi bir gelişme sayılabilir. Kazanması imkansıza yakın olsa da True Grit, The Fighter, 127 Hours ve The Kids Are All Right’a nazaran gerçekçiliği ile daha etkileyici bulduğum bir film oldu.

En İyi Erkek Oyuncu Ödülü

90’lı yılların başından beri hiç bu kadar büyük bir çekişme yaşanmamıştı, iki isimden biri gerçekten hak ettiğini alamamış olacak. Her ne kadar ödülün en büyük favorisi Zoraki Kral’da kekeme problemini yenmeye çalışan Kral VI. George rolündeki Colin Firth olarak gözükse de Biutiful filmdeki Javier Bardem’in önüne herhangi bir ismi yazmak hiç de kolay değil. Aslında Colin Firth’ün rolü gereği rakiplerine karşı bir avantajı var, çünkü oynadığı karakterin özelliğini başarabildiği taktirde kendi doğruları olan sarhoş bir kovboyu ya da internet sitesi kurucusu olan asosyal bir genci oynayan aktörlere ne kadar iyi oynarsa oynasınlar pek şans bırakmıyor. Daha zor bir oyunculuk gerektiren bu rolü de mükemmele yakın oynayınca Akademi için en uygun aday oluyor. Diğer yandan Javier Bardem ise rol yapmıyor, gerçekten yaşıyor Uxbal karakterini, hatta Uxbal’a dönüşmüş bile diyebiliriz. ‘’Mar Adentro’’ (İçimdeki Deniz) filmindeki müthiş performansının da üzerine çıkabilmiş. Bu nedenle benim favorim Javier Bardem, ama Akademi ödülü Colin Firth’e verdiğinde ki vereceğine eminim, ortada bir hak yeme durumu olduğunu da düşünmeyeceğim. Diğer aday Jeff Bridges’in derslik niteliğindeki performansı ise bu iki rol yüzünden yanlış yıla denk geliyor. Jesse Eisenberg’in de beklentinin üzerine çıktığını söyleyebiliriz. Son olarak ise Blue Valentine filminde psikolojisi bozulmuş sevgili rolüyle çok etkileyici bir performans sergileyen Ryan Gosling’in aday bile olamayarak yılın şanssızı olduğunu söyleyebiliriz.

En İyi Kadın Oyuncu Ödülü

Burada En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ndeki gibi bir seçim zorluğu yok, çünkü Natalie Portman rakipsiz bir durumda. Her ne kadar Golden Globe’u The Kids Are All Right filminde ailenin baba rolünü üstlenmiş lezbiyen anne rolüyle Annette Bening alsa da aynı durumun Oscar akşamında yaşanmasına pek ihtimal vermiyorum. Hatta Anette Bening bana göre adaylar arasında en zayıf durumda olan isim. Şahsen rolün oturmadığını ve bunun belirgin olduğunu düşünüyorum.Winter’s Bone’da kardeşlerine bakan, ilkel şartlarda yaşamaya çalışan, babasını inatla arayan eril bir kız karakterini kusursuza yakın oynayan Jennifer Lawrence da, Blue Valentine seyircisini üzmeyi rahatlıkla başaran Michelle Williams da bana göre Annette Bening’in önündeler. Aslında Natalie Portman’ın performansını düşününce lafı fazla uzatmış bile olabilirim. Son on yılın ödülü verilse Portman onu bile alabilir. Bir kariyer Mathilda ile başlarsa devamı da ancak bu şekilde olabilir.

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü

Bu kategoride de seçim yapmak en az Colin Firth ile Javier Bardem arasında seçim yapmak kadar zor. Zoraki Kral’da kralın doktoru rolünü oynayan Geoffrey Rush en az 1996 yılında Shine filmiyle En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldığı kadar kusursuz bir performans sergiliyor. Şahsen önce The King’s Speech’i izledim ve film sonrası Geoffrey Rush’ın ödülü aldığına emindim. O rolü belki de dünyada hiçbir aktör bu kadar gerçek gösteremezdi. Daha sonra ise The Fighter’ı izledim ve Geoffrey Rush’dan o kadar emin olmama rağmen Christian Bale’in hakkı olduğunu gördüm. Özellikle de film bittikten sonra Bale’in canlandırdığı Dicky Ecklund’un kendisini gördüğümüz an Bale’in ne kadar başarılı olduğunu bir kez daha anladık. Neredeyse Dicky Ecklund’un kendisinden daha çok Dicky Ecklund’du. Mark Ruffalo’nun ise karakterinin gerektirdiği hafif şapşallığı ve şaşkınlığı gerçekten iyi yansıtmasına rağmen bu ikilin yanında pek şansı yok.

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü

Aslında adayların hiçbirisinin Oscar seviyesinde bir performans sergilediğini düşünmüyorum. Hatta bu kategori en verimsiz kategori olabilir. Kralın eşi rolüyle başarılı da olsa Helena Bonham Carter’ı perdede çok az görüyoruz, öte yandan The Fighter filminde boksörün sevgilisi rolündeki Amy Adams da vasatın üzerinde bir performans sergilese de tıpkı Jackie Weaver gibi ödül için yeterli değil. Bu yüzden Akademi bir sürpriz yapıp, True Grit’in küçük, onurlu ve azimli kızı Hailee Steinfeld’e bu ödülü verebilir. Sürpriz sayılmayacak isim ise Golden Globe’u da alan, boksörlerin hafif çatlak annesi rolüyle Melissa Leo olacak. Carter, Leo ve Stenfeld arasından favorim Leo, sürprizim ise Steinfeld.

En İyi Yönetmen Ödülü

İki tane senaryosunu mükemmel şekilde perdeye aktaran film The King’s Speech ve The Social Network’ün yönetmenleri Tom Hooper ve tarihte en çok hakkı yenen yönetmen David Fincher en büyük adaylar. Aronofsky’nin ise Black Swan ne kadar etkileyici olsa da yönetmen olarak bu iki ismin gerisinde kalıyor. Coen Kardeşler’in True Grit, David O. Russell’ın da The Fighter ile ödülü alması da ihtimal dahilinde gözükmüyor. David Fincher bugüne kadar Fight Club, Seven, The Game ve The Curious Case of Benjamin Button gibi dehasal filmlere imza atmış olsa da bu ödülü hiç alamadı. Fakat sırası gelene ödül verme mantığını hoş karşılamıyorum. Her ne kadar Fincher’ın daha önce bir çok kez Oscar almış olması gerekiyor olsa da favorim kusursuz çekimleriyle The King’s Speech’in genç yönetmeni Tom Hooper. Inception’ın yönetmeni Christopher Nolan’ın ise aday gösterilmeyip, hakkı yenenler listesinde David Fincher’ın arkasından geldiğini de hatırlatalım.

En İyi Özgün Senaryo Ödülü

Adaylar arasında benim için en dikkat çekici senaryo yılın en iyi filmi olarak yorumladığım Inception’a ait. Rüyalar inşa edip, insanlardan bu yolla bilgiler almaya ve fikirlerini değiştirmeye dayalı, yaratıcı, detaylı, duygusal ve bir o kadar da hareket içeren senaryosuyla en azından bu ödülü almalı, fakat Christopher Nolan’ı görmezden gelen Akademi’nin böyle düşünmediği aşikar. Ödülü yüksek ihtimalle ilk dakikasından filmin sonu dahil belli olan The King’s Speech alacaktır. Halbuki The Kids Are All Right bile yapay döllenmeyle çocuk sahibi olan lezbiyen çiftin çocuklarının sperm dönörü babalarınıyla olan ilişkilerini konu ettiği ana temasıyla bana göre daha ön planda. The Fighter ise fazlasıyla klişe duruyor. Gönlüm Christoper Nolan’ın en azından yazarlığıyla Memento ile alamadığı ödülü bu defa almasından yana.

En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü

Golden Globe’u da alan The Social Network bu kategorinin favorisi durumunda. En yakın rakibi olarak görebileceğimiz 127 Hours’un yazarları Danny Boyle ve Simon Beaufoy’un da Slumdog Millionare ile ödülleri toplayarak buradaki şansını biraz azalttığını düşünürsek, The Social Network’un yazarı Aaron Sorkin’in ilk adaylığında ödüle ulaşma ihtimali daha da artıyor.

En İyi Yabancı Film Ödülü

Aslında son yıllara bakıldığında bu ödülü alan filmlerin En İyi Film Ödülü’nü alan filmlerden bile daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Fakat Amerika patentli olmadıkları için popülerlik sıkıntısı çeken bu filmlerin ödülü de pek tabi ki hakkını bulamıyor. Bu yıl Kanada, Yunanistan, Cezayir, Danimarka ve Javier Bardem’i de barındıran Meksika yapımı filmler adaylar arasında. İki favori ön plana çıkıyor, ilki Golden Globe’u da alan Danimarka yapımı In a Better World. İki ailesel sıkıntı çeken çoçuğun yeni başlayan arkadaşlığını anlatırken iyilik ve kötülük üzerine rahatsız edici gerçekleri, uzakta olma sorununu, toplum ve birey ilişkisini ve aile kavramını da sunan film İskandinav stiline uygun olarak seyirciyi düşünmeye itiyor. Fakat In a Better World ne kadar başarılı da olsa Biutiful’un bir adım önde olduğunu düşünüyorum. Her sahnesinde izleyiciyi sarsıyor ve bunu kusursuz bir gerçeklikle yapmayı başarıyor. Bir film ilk sahnesinden itibaren karnınızda bir ağrı hissettiriyorsa ve bunu gözünüze sokmadan yapabilmeyi başarabiliyorsa bu ödülü hak ediyordur. Bir sahnesinde kızı Uxbal’a ‘’beautiful’’ kelimesinin yazılışını soruyor, aslında o kelime bu film gibi yazılıyor.

En iyi Animasyon Ödülü

Bu kategoride sürpriz beklenmiyor. Gelmiş geçmiş en iyi animasyon tartışmalarına konu olan Toy Story 3 en iyi film dalında bile adayken rakibi olarak gösterebileceğimiz How to Train Your Dragon’a geçilmesi ihtimal dahilinde gözükmüyor.


22 Haziran 2009 Pazartesi

Labirent


Pan'ınki de labirent mi? Ya da The Shining'deki ? Bu acayip Reignac-sur-Indre Labirenti Touraine'de, Fransa'da. 1996'dan beri 85000 kişi girip çıkışı bulmaya çalışmış. Bucketlist'e bunu da yazmak gerek.

21 Haziran 2009 Pazar

Yine Bukowski


ve sonunda büyük barmen
olanca beyazlığı ile eğilip
yeterince içtin, der,
tam da keyif almaya başladığında...

Taktsang Goemba

Budistler için çok kutsal sayılan bu ''Kaplan Yuvası'', Bhutan'da tam 3000 metre yüksekliğe 1692'de inşa edilmiş. 1998'de yanmış ve restore edilmek durumunda kalmış. Artık turistlere de kapanan tapınakta sadece budistler meditasyon yapıyor. Gerçi kaç turist çıkmıştır buraya o da ayrı konu tabi.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Reklam


Reklamın da bu kadarı. LV biraz abartmış. Gulliver'in bavulu olsa herhalde böyle birşey olurdu.

Hong Kong


Hong Kong'da 1998 yılından önce böyleymiş manzara. Sonrasında dünyanın en iyi havaalanını yaptılar suyun üzerine. Pisti göremediğiniz, çakılıyoruz galiba dediğiniz andan sonra tekerlek nereye indi ki diye boş boş bakındığınız bir pisti var hatta. Sosyalist babanın kapitalist oğlunda eskiden baya gürültülü günler geçiyormuş anlaşılan.

16 Haziran 2009 Salı

Nietzsche Ağladığında


Ayıptı zaten hala okumamış olmam, ama zaman zaman beni fazladan sarssa da, hafif depresif düşüncelere sevk etse de sonunda bitirebildim kitabı. Ve tek kelimeyle muhteşem diyebilirim. Son zamanlarda Albert Camus bile dahil ne okuduysam beğenmeyen bir haldeyken, Irvin Yalom'un kitabını bu kadar beğeneceğimi tahmin etmemiştim.

Nietsche'nin sorgulamalarını kendi kendime de yaptığım çok anlar oldu, çoğu fikire katılmasam da zaman zaman yine de soruların ve sorgulamaların zekasına saygı duydum. Sanki gerçekten Nietzsche konuşuyor gibiydi, hayran bırakacak bir canlandırmaydı. Sonunda ne olacak diye çok merak ettim hep. O konuda da beklentimi boşa çıkarmadı. Kitapta çok fazla sevdiğim sözü vardı Nietsche'nin, mesela '' cilttir damarları vücudu örten, ama ruhu örtense kibirdir'' ya da '' zaman sonsuza dek doymayacak kadar açgözlüdür'' gibi onlarca güzel söz. Konusu ümitsizlik olsa da bu harika romanın, Nietzsche Tanrı'yı sıfırlamak için kafasında insanı Tanrılaştırsa da, herşey bittiğinde bana umut verdi. Hatta bir erkek için hayat dersi bile veriyor diyebilirim.

''Sen hiç bir çocuğun tedavi olmak istediğini gördün mü?''

13 Haziran 2009 Cumartesi

The Last Shadow Puppets

Eski model takılıyorlar, daha çok 60lardan kalma gibiler. Vokalin sesi de aynı Artic Monkeys'den Alex Turner diyordum ki meğersem zaten oymuş. Gayet eğlenceli ve kaliteliler. Standing next to me, My Mistakes Were Made For You ve Meeting Place en başarılı bulduğum parçalar oldu. Temiz bir brit rock albümü işte. Yolda filan da çok iyi gider, tuttum.


Spoilt

Muhteşem bir afiş yapmışlar. Tshirt versiyonları da poster versiyonları da var. Ben bunu salona bile asarım, çok eğlenceli olmuş. Gerçi filmleri izlemememiş bir misafir gelirse tüm sinema zevki kaçar herhalde ömür boyu. En bayıldığımsa, ''His friends are all a part of his Beautiful Mind'' lafı.

Biraz da ben ekleyeyim listeye, Seven için ''Be careful with your wife Detective Mills'', The Prestige için ''Alfred and Fallon are twins'' ve The Number 23 için ''Walter wrote the book'' olabilir. Umarım izlemiştiniz, yoksa da affedin artık.

Pasta


Doğumgünüme daha aylar var, ama pastayı görünce bugünden kutlayasım geldi diyebilirim. Daha da muhteşemleri yapılabilir gerçi, ama o zaman da yemeğe kıyamaz insan. Artık çevremden yaratıcı pastalar bekliyorum doğumgünlerimde, yaşım hiç umrumda değil. V maskesi pasta olacak mesela, ya da Star Wars film afişi de olabilir, Phoenix Suns amblemli ya da. Çok eğlenceli bir liste çıkar buradan, bir o kadar da uzun tabi.

John Nash


Matematikle formüller girdiği günden beri anlaşamayan biri olmama rağmen bu kareyi görünce paylaşmak istedim. Çoğumuzun Beautiful Mind filmi sayesinde tanıdığı matematikçi John Nash, Dublin'de Trinity College'da ders verirken çekilen bir fotoğraf. Konu biraz kazık galiba...

Hvalfangst Monumentet


Norveç'te Sandefjord'da bulunan bu anıt balina avcılarını anlatıyor. Anlaşılan işleri gerçekten zormuş.

El Hazne

Dev kayalıkların arasında bu eşşiz yapı. Nebatiler tarafından dev bir kayanın oyulmasıyla yapılmış. Önce içerden yapılıp, dış perdesi en son kırılmış. Çok enteresan bir yapı. Konumu, inşaat şartları, zekaları ve azimleri gerçekten inanılmaz. El Hazne Ürdün'de.
Indiana Jones da girmişti buraya Last Crusade'in finalinde, izleyen hatırlayacaktır.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Bozuk Zemin


Gülümseten bir kare. İngilizler futbolun her konusunda aşırılar, bu sefer de yaratıcılıkta abartmışlar. Baksanıza kaleleri bile var. Arabayla geçerken görenler baya bir şoka giriyorlardır herhalde. Gerçekten güzel bir espri olmuş.

7 Haziran 2009 Pazar

Michael Caine

En sevdiğim aktörlerdendir Michael Caine. Get Carter, Italian Job ve Sleuth gibi filmleriyle fenomenliğe erişse de 2000'li yıllarda Oscar'a başrolüyle aday olduğu The Quiet American filmi hariç, daha çok Batman, The Prestige ve Children of Men filmlerinde gördüğümüz ikinci adam rolleriyle sinemanın saygı duyulan sevimli ağabeyine dönüştü. Daha önce Oscar'da sadece iki kez En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü'nü almış olsa da, tüm zamanların en iyi yardımcı aktörü ödülü olsa hiç düşünmeden oyumu ona atardım.
Çizim de on numara bu arada.

4 Haziran 2009 Perşembe

Jorge Luis Borges'den


Eğer yeniden başlayabilseydim yaşamaya
İkincisinde daha çok hata yapardım
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım
Neşeli olurdum, ilkinde olmadıgım kadar
Çok az şeyi ciddiyetle yapardım
Temizlik sorun bile olmazdı asla
Daha çok riske girerdim
Seyahat ederdim daha fazla
Daha çok güneş doguşu izler
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim
Görmedigim bir çok yere giderdim
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye
Gerçek sorunlarım oludu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım
Yeniden başlayabilseydim eger, yalnız mutlu anlarım olurdu
Farkında mısınız bilmem, yaşam budur zaten ..

1 Haziran 2009 Pazartesi

Yann Tiersen

Filmini de çok güzeldi izleyenler hatırlar, ama soundtrack'i bambaşka birşey. Filmde dikkatten kaçan çok fazla güzel melodi varmış meğer. Daha önce de Amelie ile adını duyuran Yann Tiersen gördüğüm en iyi soundtrack albümünü yapmış diyebilirim. Gerçekten mükemmel.

Chuck


Post diziyle değil, müziği ile ilgili. Dizilerle aram pek iyi olmadığından Chuck'ı ancak iki haftada bir filan izleyebiliyorum zaten, ama fragmanını her gördüğümde ''bu şarkı da kimin acaba?'' deyip duruyordum. Neyse sonunda bulundu, Matthew Corbertt & Mike Wilkie'den Just Standing.

Just standing in the sun again
We ll seem so much better then
Now close your eyes and
you can be anywhere you want to be

31 Mayıs 2009 Pazar

Fushimi

Tapınağa giden yol yaklaşık 10bin küçük kapının arka arkaya birleşik gibi durmasıyla yapılmış. Uzunluğu 230 metre kadar. Japonların pirinç Tanrı'larına hediyesi. Fushimi İnari Tapınağı Japon İmparatorluğu'nun yüzyıllarca başkenti olan Kyoto'da.

Paolo Maldini



Bugün Fiorentina'ya karşı Artemio Franchi'de son resmi maçına çıkarak futbol hayatına nokta koydu futbolun gelmiş geçmiş en örnek ismi. Milano'da geçen hafta vedası sırasında iki sene önce ''paralı askerler'' dediği için onu yuhalamaya cüret eden Curva Sud tribünü de futbolun en çirkin yüzünün simgesi oldu. Aslında bu olay Zidane'ın Materazzi'ye kafa atıp kırmızı kartla oyundan atılmasını çağrıştırıyor. Zidane aslında o kafayı kendisine maç boyunca küfreden Materazzi'ye değil, futbolun çirkin yüzüne atmıştı. Maldini de Curva Sud'a sallarken aslında artık neredeyse her stadda bu şekilde yaşamaya çalışan futbol sevgisinden bir damla payını almamış, hatta takım sevgileri de olmayan, sadece bir topluluğun parçası olma ihtiyacı yüzünden, birey olma komplekslerini gidermek için dahil olunan birçok çapsız ve çirkin gruba sallıyordu. O veda ederken de ne kadar çirkin olduklarını gösterdiler. Milan taraftarı yaşatmayacaktır artık Curva Sud'u. Maldini giderken futbolun çirkin yüzüne darbe vurmuş oluyor böylece, aynı Zidane gibi.
Yine de o maçın son maçı olmamasına seviniyorum Maldini'nin. Bugün Floransa'da son maçında geride nesillerce örnek alınması gereken bir sporcu profili bırakarak alkışlarla veda ederken, onu son kez çim üzerinde görüyor olmayı bilmek benim gibi çoçukken onu kahramanı yapanlar için hüzünlüydü. Ben dahil birçok çoçuğa futbolu sevdirmişti. Artık o yoksa, yarın futbolu bugünkü kadar sevemeyeceğim belki de.

Kaktüs


İlk defa odaya saksı koyuyorum, nedeni de kaktüsün radyasyonu azalttığı söylentisi. Nette biraz bakındım, ama her kafadan farklı ses çıkmış. Kulağa saçma gelse de bilimsel bir şekilde savunanlar var. Neyse dursun tabi ki kaktüs, şirin de birşey zaten.

Alkoliklere çoçuk yapmadan önce, ''ilk olarak çiçek besleyin, sonra balık ardından da köpek. Hepsini yaşatabildiyseniz o zaman çoçuk yapın'' diyen film geldi aklıma. Çiçek neyse de, balık beslesem pek yaşamaz herhalde.

Departures


Bu yıl Yabancı Dilde En iyi Film Oscarı'nı alarak ismini duyurmuştu. Zaten genellikle bu ödülü alan filmler büyük ödülü alan filmlerden çok daha başarılı oluyorlar. Bu filmi izledikten sonra diyorum ki artık japonlar animasyon yapmak yerine tekrardan normal filmlere ağırlık versinler. Akira Kurosawa'nın miras bıraktığı japon sinemasını da hak ettiği yere getirmeliler.

Departures sizi çok daha değerli olan manevi dünyaya davet ediyor. Günümüz yaşamında unutulan değerleri hatırlatırken, kendinizi de sorgulamanızı sağlıyor. En önemlisi de hayata ve ölüme getirdiği bakış açısıyla sizi derinden etkilerken, bir yandan da uyandırıyor. Klasikleşen '' içinizi ısıtan film'' sıfatını sonuna kadar hak ediyor. Anılar ve değerler üzerine fazla iyimser olsa da çok başarılı bir yapım.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Topu Atan Alır


Singapore’s ‘Marina Bay Floating Stadium’

29 Mayıs 2009 Cuma

Helsinki


Çok yakın bir arkadaşımın kuzeni gitmeden önce de sordu merak ettiği herşeyi. Ona anlatırken, hayatımdaki en güzel haftayı geçirdiğim yerleri hatırladım tekrardan. Bir de derler ki Helsinki en sıkıcı şehirlerden biridir. Resme bakın ve karar verin, şirin ve huzurlu değil mi? Tabi yıllarca yaşayınca ne olur bilemem, kara kış ve karanlık bir yerden sonra elbette sıkıcı gelebilir. İntihar oranlarının biraz yüksek olması da bu yüzden olsa gerek.

İşin aslı Helsinki asıl gece gezmeyi sevenler için ideal bir şehir. Özellikle Club Onella ve Lux (şimdi Tiger olmuş gerçi ismi), bugüne kadar gördüğüm en iyi yerlerdi. Hele Onella! Yarım saat dolaşmıştık içeride o şokla. Yedi ayrı müzik türü yedi ayrı pist. Aynı mekanda ve müzikler karışmıyor.

Finlilerse biraz tuhaf olmalarına rağmen sanıldığının aksine konuşkanlar ve cana yakınlar. Kültür mantarı her biri ve hepsi Türkiye'ye gelmiş enteresan bir şekilde. Her yerde çok sarhoş var ve çocuğundan dedesine kadar hepsi zurna genelde. Ayakta durabilen insan yok cuma geceleri. Yine de küçücük bir tartışma bile olmuyor. Yerinize oturmuş 150 kiloluk güreşçi gibi duran gothic bir adama ''kalkabilir misiniz?'' derseniz kalkıyor mesela özür dileyerek. Bir an tek başınıza bir kenarda dursanız, gelip tanımadığınız kızlar size ''tek başına durma gel bizimle dans et'' diyebiliyor. Mekanda dev gibi bir siyahi tanımadığı kızın beline sarılsa, sevgilisi gelince ''pardon bilmiyordum'' deyince bile kavga çıkmıyor. Daha rahat bir toplum hayal edemiyorum özetle. Tabi ki bunun asgari ücretin 1200 euro olmasıyla da alakası var. Kafaları rahat sonuçta. Sokakta haline üzeleceğiniz bir kişi bile görmüyorsunuz. Helsinki çok güzel olmasa da, bu rahatlık hoşunuza gidiyor. Hakkinen'in yorumu biraz abartı ama yine de güzel, '' Helsinki karlar altında dünyanın en güzel şehridir.''

Ve O Ünlü Traş Aleti


Neşeli Günler'i izleyip de gülmekten yerlere yatmayanımız yok herhalde. Ziya'nın efsanevi traş bıçağı satışını hala her gördüğümde kahkalarla izlerim.

- En iyi jilet budur. Dünyanın bütün meşhurları bununla traş oluyor. İngiltere kralı, rahmetli başkan Kennedy, taçsız kral Pele, Beckenbauer, kaleci Meier, Nadia Komanachi, Bridget Bargot, Fenerbahçe'li Cemil...

Nadia Komanachi ile Bridget Bargot'u bilmem ama Beckenbauer'in traş setinin gerçekten satıldığını görünce, tekrar tekrar güldüm.

Don't Kiss Me Goodbye


The Diving Bell and the Butterfly insanı tokatlayıp sarsan filmlerden biriydi. Gerçek yaşanmış olması da etkisini katlamıştı. Hayatın değerini bilmek adına daha çarpıcı bir olay yaşanamazdı herhalde. Filmi izledikten sonra hayat görüşünü değiştiren birçok insan olduğuna da eminim.
Filmin en güzel sahnelerinden biriydi resimdeki an. Ultra Orange & Emmanuelle'in Don't Kiss Me Goodbye şarkısının da bunda payı büyüktü elbet.
If you close the door
Just turn off the lights now
The world looks better into the dark
Between the curtains somebody's watching
Oh sail me the moon
Before it's too late
Don't kiss me goodbye baby
I turn around since too much time
Those railroad tracks
Will swallow my mind
I try so hard to stop wasting my life
If only I could just make you mine
Don't kiss me goodbye

Afrika


Her ne kadar Avrupa ve Amerika onlar yokmuş gibi davransa da, ki koskoca ABD'nin Birleşmiş Milletlere yaptığı yıllık yardım sadece 326 milyon dolar. En çok yardım yapanlar da onlar, işin daha kötü tarafı da bu. Unutulmuş kıtada iç savaşlar, soykırım, açlık ve hastalık nedeniyle milyonlarca insan öldü. Sadece Kongo'da 5.5 milyon, Rwanda'da 800bin, Ethiopia'da 500bin, Darfur'da 400bin, Sierra Leone'de 50bin ve AIDS yüzünden de 34.5 milyon afrikalı artık yaşamıyor. İç savaşlarda kullandıkları silahları da hangi ülkelerin temin ettiğini tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Bu foto herşeyi özetlemiş gibi.

Gangaramaya Temple


Colombo, Sri Lanka.

28 Mayıs 2009 Perşembe

En Güzel Oda


Cary Grant ve Grace Kelly...
Alfred Hitchcock'un tadından yenmeyen filmlerinden, To Catch a Thief'ten bir poster, tam da odanın baş köşesinde. Sanırım bu odayı hiç görmemeliydim. Evimi tekrardan gözden geçirmem gerekebilir.

Ludovico Einaudi


Bugünlerde İtalyan modern klasik piyano bestecisi daha da ünlendi. NBA'in playoff reklamı ''Where will amazing happen this year?'' kliplerinde Divinire albümünden ''Fly'' şarkısının girişi kullanılınca dinleyici kitlesi katlandı. Fly dışında albümü pek tutmasam da uzun yolculuklar için ideal olduğunu söyleyebilirim.
Daha önce de NBA'in ''Where amazing happens'' klibine ''Everyday'' bestesini veren Carly Comando da aynı şekilde popülaritesini arttırmıştı. Ki o daha da başarılı bir besteydi. Bu reklamlar için bu besteleri her kim seçtiyse onları tebrik etmek gerek. NBA her zaman klip olarak başarılıydı, ama bu sezon iyice göz kamaştırdılar.

Poker Üzerine


- Herkesin elinde ne olduğu aslında suratında yazar, sen yine de her okuduğuna inanma.

Final Tribünü


Blog'da futbol yazmaktan hoşlanmasam da bahsetmek istediğim sinirimi bozan bir olay var. Zaten konu futbol gibi gözükse de, aslında toplumsal.
Uefa Finali esnasında, tribünde arkadaşımla beraber Almanların en kalabalık olduğu yere geçtik. Onlarla sohbet ettik, Werder Bremen atkılarımızla şarkılarına ortak olduk, tam bir alman gibi izledik maçı ve çok eğlendik. O kültürü o an için yaşadık diyebilirim. Gol esnasında bir alman bana sarıldı, evet bir alman, bu da onlarında bizden memnun olduğunun bir göstergesi olsa gerek.
Peki bizden 20 metre ileride üzerinde Fenerbahçe formalı gruba ne yapıyordu? ''En büyük Fenerbahçe'' diye bağırıyorlardı. Almanların sesini bile bastırdıkları oldu. Sanki sahada takımımız varmış gibi bağırıyorlardı. Avrupa tarihinde böyle bir durum daha önce yaşanmamıştır. Gerçekten utandım, hem bir türk hem bir fenerli hem de ev sahibi olarak. Ama Türkler çok misafirperverdir öyle değil mi? Dört bir yanımızda düşmanlarla çevrilidir. Biz ve yalanlarımız. Yine avrupalılaşmak yerine ''biz türküz ve farklıyız'' mesajı vermeyi yeğlemiştik. İnanılır gibi değil.

Bizdeki Cezalar ve Sosyal Sorumluluk


Bu sezon Fenerbahçe'de oyuncular üzerinde pişmanlıktan ya da acizlikten kaynaklanan gerilimden sportif ahlaka uymayan birçok hareket gördük.Bu hareketler toplum tarafından da, fedarasyon tarafından da az da olsa cezalandırılmış olsa da Fenerbahçe yönetimi tarafından hiç cezalandırılmadı. Halbuki dünyanın büyük liglerinde kulüplerin sportmenlik dışı davranan oyuncularına bir takım cezalar verdiğini biliyoruz, ki normal olan da bu zaten.
Ceza dayatımlı bir yönetimi savunmak tabi ki modern görünmese de, modern olmayan ve olmak da istemeyen bazı bireylerin düzelmesi ya da düzelmese bile tekrarlamaması için malesef bu şartlar altında çözüm bu. Kaleci Volkan Demirel bu sezon cezaları dolayısla çift hanelere yakın maç kaçırdı. Maaşından tam emin olmasam da tahmin ediyorum ki 750.000 ile 1 milyon euro arası bir değerdir.Sezonun dörtte birini kaçıran bir kalecinin dikkatsizliği ve aşırı agresifliği sonucunda kaçırdığı maçların kontratına göre değeri 200.000 euro civarı ediyor.Fenerbahçe yönetimi kendisine 1 euro bile ceza vermedi. Halbuki oyuncusuna en az 50.000 euro ceza verip, bu parayla topluma yararlı olabilecek bir vakıfa ya da derneğe bağışlamasını dikte ettirebilirdi. Haberi hayal edelim, ''Fenerbahçe Yönetimi isteği üzerine Volkan geçen maçta yaptığı hareket sonrası Çoçuk Esirgeme Kurumu'na 50.000 euro bağışladı.'' Güzel gözüktüğü aşikar.Yani Fenerbahçe yönetimi açısından baktığımızda, hem oyuncusuna bir tepki göstermiş olur hem de basının ve toplumun gözünde itibar kazanmış olur. Ama daha da önemlisi, zorla da olsa yardım edilen insanların hayatına bir nebze olsun mutluluk ve rahatlama sokalabilir. Bu da tahmin edildiği gibi futboldan kat kat daha değerli olurdu.

NBA Cares projesi kapsamında Lebron James resimde görüldüğü gibi boya yapıyorsa ihtiyaç olan evlere, Kobe Bryant aç insanlara yemek dağıtırken kendi eliyle, Chris Paul elinde çekiçi suntasıyla kulube yaparken yine kendi eliyle, biz yardıma daha muhtaç olan bir ülkenin aşırı değer verdiği sporcularından da bunu bekleyince hayal perestlik mi oluyor? Diyelim ki futbolcularımız bunu anlayabilecek durumda değil, o zaman bu yönetimler ne işe yarıyor? Yoksa onlar da mı anlayamayacak durumdalar?

İnanıyorum ki günün birinde ''insan'' olmanın manasını bizler de öğreneceğiz. Her ne kadar uzak görünse de...

5 Mayıs 2009 Salı

As I Sat Sadly By Her Side


Bir arkadaşımın ''bu şarkı aslında ateist biraz'' demesiyle şoka uğradım. Nasıl olur da bu sözleri başka bir birey benden bu kadar ters anlamıştı. Bu şarkı da aslında Nick Cave'e hislerini anlatan kadın Tanrı yok mu diyor? Hayır, ne güzel yaratılmış, ama sonrası bize bırakılmış ve yaptığımız yanlışlar düzeltilmiyor Tanrı tarafından diyor. Tanrı'ya bir yakarış var, ama kesinlikle ateistçe değil. Ki aslında sözlerden çıkardığım güzel algı, bir kadının zekasıyla ve dünya sevgisiyle çevresini sorgularken isyan edişine, bu kadar ince düşünmesine ve duyarlılığına bir adamın hayran kalması ve gülümsemesi. Bu şarkının gizli öznesi budur aslında, sevilmeye değer bir kadın. Ama büyük resmi görmemeye alışmışızdır öyle değil mi?

1 Mayıs 2009 Cuma

En Efsane 10 Karakter



Hepimizin etkilendiği karakterler olmuştur filmlerde. Kendimize yakın hissettiğimiz, hatta bazı defalar arkadaşımızmış ya da ailemizden biriymiş gibi hissettiğimiz karakterler bile olabilir.Ben de hem bir sinema delisi olarak, hem de herşeyi sıralamaya bayılan bir adam olarak büyük zevkle yapıyorum bu en sevdiğim on karakter listesini. Listeye sokamadığım bir de Leon da var bu arada. Jedi'ların da hiçbirini dahil etmiyorum ki liste konseye dönmesin.

10- Joker, The Dark Night : İnsanların yüzüne zoraki bir gülümseme çizerken; uzun saçlarıyla, devamlı dışarda olan diliyle, değişik moda anlayışıyla, zekasıyla ve tuhaf mizah anlayışıyla Joker Batman'ın tüm karizmasını yerle bir etmişti. Jack Nicholson'ın Joker'i bile bu kadar başarılı değildi. Kaçık, ruh hastası bir adam kartını uzatırken hoşumuza gidiyorsa, Heath Ledger tarihin en belki de en sevilen kötü karakterini gerçekten zirveye taşımış demektir.Unutulmaz sözü ise
''Why so serious?'' tabi ki.

9- The Dude, The Big Lebowski : Onunla oturup, sabahtan akşama kadar White Russian içip, halı üzerine kurulup, saçma sapan konular üzerinde geyik çevirmek gerçekten komik olurdu. Biraz kafası çalışmasa da Dude'ün dünyayı sallamaz tavırları onu bu listeye sokmak için yeterli.Unutulmaz sözü de ''I'm the Dude. So that's what you call me. You know, that or His Dudeness, or Duder, or El Duderino if you're not into the whole brevity thing.''

8- Miles Raymond, Sideways : Yüzüme yapıştırdığı devamlı tebessümle izlediğim Sideways'in hafif loser alkolik yazarını sevmemek elde değil. Şarap takıntısı, kadın konusundaki başarısızlığı, kitabını bastırtamayışı, beceriksizliği, zeki ama akılsız adam melankolisi ve en önemlisi mükemmel sohbeti ile hayatınız boyunca yanınızda olmasını isteyeceğiniz süper komik bir arkadaş. Gülerek sıkıntısız bir hayat için ideal kafa bir dost. Paul Giamatti'nin Miles'i içerken masada olması gereken bir adam ve bu benim için önemli bir özellik bildiğiniz gibi.Güzel sözlerinden, ''Come on man. You know. Hemingway, Sexton, Plath, Woolf. You can't kill yourself before you're even published.''

7- Don Vito Corleone, The Godfather : Herkesin onun ağırlığını, forsunu, karizmatik görüntüsünü ve kısık sesini sevse de genelde, beni en çok olaylar karşısında sakinliğini koruma gücü ve zekası etkilemişti. Bir mafyanın sahip olabileceği en iyi kalp de diyebiliriz ona. Elbette Marlon Brando'nun oynaması da çok büyük bir etken. Olayı özetleyen cümlesi, ''Why did you go to the police? Why didn't you come to me first?''

6- Katsumoto, The Last Samurai : En underrated filmin en büyük karakteri. Bir adam düşünün ki, samurai felsefesini tamamen zihninde oturtmuş, gerçek bir savaşçı ruhuna sahip, çok sakin, çok iyi kalpli, insanlarını ve kültürünü korumak için canını vermeye hazır, önyargısız, samimi, öğrenme merakına sahip ve duygusal. Hatasız bir önder nasıl olur, gurur ve onur nedir, bir insan iç huzuruna kavuşursa neye benzer hepsini görmüş olduk onunla. ''The perfect blossom is a rare thing. You could spend your life looking for one, and it would not be a wasted life.''
5- Walt Kowalski, Gran Torino : Aslında Darth Vader'in insan görünümlü dede versiyonu diyebiliriz ona. Çatık kaşlı, askeri disiplinli, aşırı titiz, acayip huysuz, birası ve arabası hariç hiçbir şeyi sevmeyen devamlı laf sokup, kötü kötü bakıp hırlayan yaşlı bir adam. Ama o çok sert görüntünün altında, biraz suyuna gidilince, biraz onunla anlaşmaya çalışınca ortaya çıkan yardımsever büyük bir adam. Clint Eastwood'a da böyle bir rol yakışırdı zaten.''Ever notice how you come across somebody once in a while you shouldn't have fucked with? That's me.''

4- Rick Blaine, Casablanca : Ne muhteşem bir karakterdir ama. Hem artisttir, hem de duygusal. Hem iyi adamdır, hem de küsmüştür iyi olmaya. Hem aşıktır, hem de güçlüyü oynar. Humprey Bogart tarihin en büyük rolüne hayat verdi. Havalı duruşu, ciddi bakışları, ağzından düşürmediği sigarası, trençkotu, arkaya taranmış saçları ve az ama öz konuşması ile şov yaparken tüm karizması silinir Ilsa'yı gördüğü anlarda. Yine soğuk dış görüntü ve aslında içinde iyilik olan bir adam vakası daha. Sevdiğim tüm karakterler aynı tarz neredeyse. Rick ve efsane sözü, '' Here's looking at you, kid.''

3- Roger Thornhill, North By Northwest : Hiç susmayan adam da desek olur ona aslında. Belki de tüm sinema tarihinin en güçlü mizah yeteneği ondadır, o da bunun farkındadır ve bu yüzden konuşur durur devamlı. Annesiyle, polisle, kadınıyla dalga geçer, hatta onu öldürmeye çalışan adamlarla bile. Takım elbisesiyle, çölde üzerine uçak gelirken bile istifini pek bozmaz. Cary Grant de bu yüzden role tam oturur. ''You're the smartest girl I ever spent the night with on a train.''

2- R.P. McMurphy, One Flew Over the Cuckoo's Nest : Aslında çoğumuz kendimizi görmedik mi onda? İçmeden, maç izlemeden, kadınlar olmadan, sohbet edemeden, kağıt oynayamadan, gezemeden, spor yapmadan, balığa bile çıkmadan nasıl yaşayabilir ki insan? Yaramaz çocuklar gibi inat edişi, cesareti, öz güveni, yönetimi karşısına alışı, büyük balık küçük balığı yutar zihniyetine rağmen verdiği savaş, diğerlerini kurtarma isteği ve tabi ki artist mizah anlayışıyla aslında her uyuyan topluma lazım olan, eğlenceli isyankar McMurphy hepimizi önce güldürmüş, sonra hüzüne boğmuştu.Bu güne kadar yapılan en iyi rol, best acting of all time, tartışmasız Jack Nicholson'un McMurphy'sidir. ''But I Tried, Didn't I Goddamnit, at Least I Did That.''

1- V, V for Vendetta : Jazz ve Cat Power dinleyen, sanat eserlerini biriktiren, favori filmini izlerken çocuklaşan, kahvaltı da yumurta yapan, başkana giden sevkiyattan tereyağı çalan, odalarca dolusu kitap okumuş takıntılı bir adam düşünün. Sonra, üzerinde yapılan deneyler yüzünden acayipleşen, üzerine bir de yanan, işkencelere maruz kalmış, sonra intikam için her yerinde kılıçlar taşıyan bir adam daha düşünün. Ondan sonra, insanları düşünen, devletin kötü yönetiminin, insanları korkutarak susturuşunun altında kalmak istemeyen, cesur, demokratik ve çok idealist bir isyankar düşünün. Son olarak hayatının kadınına ilk görüşte aşık olan, onu bir sene bekleyebilen duygusal bir adam düşünün. Hepsini birleştirince ortaya o çıkıyor işte. V, yıkılmayan tek domino o kadar domino içinden. Bir kişi, aslında bir kişiden fazlasıdır. ''Beneath this mask there is more than flesh. Beneath this mask there is an idea, Mr. Creedy, and ideas are bulletproof. ''


30 Nisan 2009 Perşembe

Jameson


İrlandalı olmak güzel bir duygu olsa gerek. Ekonomiye tavan yaptırdılar ve içme üzerine olan hayatlarına da devam ediyorlar. İrlandalı olsaydım herhalde takımlarım Boston Celtics ve Celtic olurdu. Bira zaten doğuştan belli, Guinness. İdol belli, Roy Keane. Müzik grubu da belli U2. Karakter de çatlak olmak zorunda. İşte bir diğer belli olansa viskin, o da tabi ki Jameson...

Diğer viskilerde bulamayacağınız yumuşak bir içimi var. Damağınızı yormayan, içinizi yakmayan sanki sertliği biraz alınmış gibi olan yumuşak bir tat bu. Nedeni de herhangi bir Scotch viskisi 2 kere imbikten geçerken Jameson'ın 3 kere geçirilmesi. 12 yıllık versiyonu içinse, beyaz İspanyol şaraplarının ahşap fıçılarında bekletilmesi de tadına o yumuşaklığı veren başka bir neden. Yaban mersini suyuyla ya da zencefilli gazozla karıştığında muhteşem olduğu söyleniyor, ama uğraşmak istemediğimden denemedim tabi ki. Sadece sek hali bile harika olmaya yeterli zaten.

Fiyat olarak da ''overrated'' Jack Daniels'dan çok az daha ucuz.Umarım Jameson günün birinde sadece Türkiye'de olan, insanların artistlik yapmak için Jack Daniels ve Chivas Regal içme kıroluğundan nasibini almaz.
İrlandalılar gibisi hakikaten yok ama bu alkol sektöründe. Rakı üretmeye kalkmasınlar da günün birinde, havamız sönmesin ülke olarak.

24 Nisan 2009 Cuma

Waltz with Bashir 2 Persepolis 3


Evet karşılaşmanın sonucu bu. Animasyon pek sevmem aslında, özellikle de anti-gerçekçi japon animasyonlarını, ama Persepolis'i sevmemek elde olmadığından tutulmuştuk izlediğimizde. İran'daki olayları eleştirirken aslında doğunun yanı sıra batıya da çok büyük eleştiriler getirirken, gerçekçiliği sayesinde etkilemişti herkesi. Biz türklere çok da uzak olmayan bir konuydu hem.

Animasyona olan ön yargım kalksa da hala birçoğunu tereddütle izliyordum. Waltz with Bashir de Oscar'da En İyi Yabancı Dilde Film ödülüne aday olsa da tereddütle yaklaştığım bir animasyondu. Belki de biraz geç izlememin nedeni de buydu. Bashir, film olarak başlayıp, bir belgesele dönüyor aslında. İsrail'in 1982'de Lübnan olayında yaptıklarını inceliyor. Gayet dürüst bir dille hem de. Makro eleştiriler yaparken, bir bireyin geçmişiyle yüzleşme problemlerini ve bilinçaltının karmaşasını da gözümüze sokmadan anlatabiliyor. Yine de zaman zaman tempo düşüyor ve kalite vasata inebiliyor, nereye bağlayacak diye mızmızlanıyorsunuz. Ta ki o müthiş finali görene kadar. Göğsüme yumruk yemiş gibi oldum desem yeridir. Bu nasıl bir tokattır. İzleyen İsrailli acaba ne düşünmüştür, gerçekten çok merak ediyorum.

Zar Adam



Kitabın kapağının Olasılıksız'a benzemesinden ya da En Çok Satanlar Listesi'nde olup, arkasındaki abartılmış yorumlardan anlamalıydım bu kitapta hiçbir şey olmadığını. Hayatınızı değiştirecek diyordu, öyle de oldu, uzun zaman sonra ilk kez bir kitabı yarım bırakıyorum. Evet vaktimi çalan ruh hastası Zar Adam, zara rakamlar verdim, 1-2-3-4-5-6'ya ''gelirsen bu kitabı bırakacağım'' yazdım ve zar geldi! Bestseller olmak, parayı vurmak bu kadar kolay mı, bu kadar mı şans işi yoksa! Nasıl bir dengesizlik bu anlamak mümkün değil.

Aslında bir iyilik de yapmadı değil kitap, kendi senaryomu yazmam için ilham verdi, bundan kötüsünü yazamam nasıl olsa.

İnsanlık Halleri




Teoman'ın yeri ben de hep ayrıdır. Beni onun sözleri kadar etkileyebilen başka hiç kimse yok bu dünyada. Ünlü yazarlardan, ünlü şairlerden bile daha gerçek ve daha dokunaklı Teoman. Hem kendisiyle hem dünyayla sorunu vardı. Belki de bu yüzden büyüme çağıma damgasını vuran birçok söze imza attı. Her zaman beni bana anlatıyor gibi geldi. Gerçi herkes reddetmeye gücü olmadığı ilişkinin sonuna dayanmakta zorlanmıştır, ya da sevmeden seviştiği bir vücuda alışmıştır, herkes bir ara kendisini kayıp bir bavul gibi hissetmiştir, ya da mutlaka bir pencereden dünyaya bakıp haline üzülmüştür, ama yine de benim gibi bazı şarhoş yaz geceleri dönüşünde bahçedeki rüzgar gülüyle sohbet edecek ya da sigara yanıkları olan kör bir dilenciye çiçekleri soracak kadar ya da otopark olmuş plajına bakıp içecek kadar fanatik pek yoktur herhalde.

Yalnız bir sorun var. O da yeni çıkan albüm. Görülüyor ki bu sefer, Teoman artık eski Teoman değil. Neredeyse tüm şarkıların mantığı aynı olmuş bu sefer. Sarhoş erkek sevmediğini kadının koynunda hep. Dünya ile bir sorunu kalmamş gibi sanki artık. Zorlama geldi bana sözler bu sefer, melodiler ve vokal de öyle keza. Bir Teoman albümü dinlerken sıkılacağımı hiç düşünmezdim, ama maalesef bu kez öyle oldu. Belki de Teoman birine aşık olana ya da iyi kötü büyük bir olayla karşılaşana kadar ondan birşey beklememeliyiz artık.

Ya da ben mi büyüdüm diyorum acaba, bu evinden uzak yalnız kovboy seviyesini geçeli çok oldu aslında. Duman'ın albümleri de çok arabesk geldi bana bu sefer. Evet belki ben de değişiyorumdur. Belki de hayalperest değilim artık güzel hayaller peşinde, elimi de yakmıyor bu kaynar sular artık. Belki de uğraşmıyorumdur artık bu eskimiş kelimelerle.Hatta anaforda boğulmuyorum artık, her filmden kitaptan bir rol de seçmiyorum hem.Belki de gün, ''bugün''dür.
Zaman mı değişti yoksa ben mi? Geride kaldı o günler...

9 Nisan 2009 Perşembe

En iyi Film Noir


Biraz geç olmasına rağmen çok severek keşfettiğim bir film türü oldu film noir.Bir film noir, yani karanlık film sayılması için bir filmin, karanlık bir atmosfer yaratma amaçlı makyaj ve aydınlatma tekniklerini es geçersek, siyah beyazı makbul, kötü kadın ve sayesinde zor durumda olan bir adam, mutlaka bir suç ve onu çözmek isteyen dedektif, ikilemler, depresiflik, alkolizm ve tabi ki heyecanla karışık gerilim olmalı, ama en önemlisi olmazsa olmazı bir tabanca tabi ki.Karakterler havalı laflarla, karanlık çekimlerle, hiç söndürmedikleri sigaralarıyla ve kara mizah esprileriyle karizma abidesine dönerler hep.En iyi örneklerinde The Third Man, M, Maltese Falcon ve Strangers on a Train'i sayabiliriz.Bu türün en balon filmiyse çok övülmesine rağmen diğer filmlerin yanında çok sönük ve yapay duran Charles Heston'ın bile kurtaramadığı Touch of Evil.Bana göre en iyisiyse 1944 yapımı olan efsanevi Double Indemnity.

Double Indemnity gördüğüm en zeki filmlerden biri.Müthiş bir zekanın ürünü olan şahane kurgulanmış senaryosu sayesinde hiçbir efekt olmadan insan nasıl heyecanlandırılır dersi veriyor adeta.Bir filmin ilk sahnesinde sonunun gösterilmesi akımın da önderlerinden biri film.Aşk ile başlayıp, suçla devam eden, ardından aşk ile bencillikler, masum olma çabası ve kendini kurturma gelgitleriyle, zeki komplolarla ve en ince detaya bile inilmesiyle ve kara mizah anlayışıyla şahane bir film çıkıyor ortaya.Öte yandan Fred MacMurray'in bu rölüyle Oscar'a aday gösterilmemiş olması da inanılır gibi değil.Zaten zamanının bu kadar ötesinde bir film olmasına rağmen yedi dalda aday gösterilip hiçbirini alamaması da Oscar'ın hiç ciddiye alınmaması gereken bir ödül olduğunun birçok kanıtından biri.

- Yes, I killed him. I killed him for money and a woman and I didn't get the money and I didn't get the woman. Pretty, isn't it?

4 Nisan 2009 Cumartesi

3 Boyutlu U2 Zevki


Hayatımın grubu diyemem belki, ama yine de U2'nun anlamı büyüktür benim için.With or without you, one, all i want is you ve sometimes you cant make it on your own müthiş dörtlüsünü sevmeyen yoktur herhalde zaten.
U2'nun konserlerinde normal albümlerinden daha iyi söylediğini ve müthiş sahne şovlarını daha önceden bilmemize rağmen, sinema salonunda üç boyutlu konser halinin nasıl olabileceğine dair bir fikrimiz yoktu.
Cevap: mükemmeldi !
Bono'nun yüzünüze bakarak söylemesi, the Edge'in her el hareketini önünüzde yapması, konserdeki insanların arasına karışmanız, şahsen bana konserdeymişim hissini verdi gayet.All i want is you'yu söylememesi dışında kusursuzdu diyebilirim.
Hele bir With or Without You finali var ki, hele müziğin patladığı final bölümün giriş saniyesi... O an ''hiç bitmese keşke'' dedik.Son seanstan çıkmasaydık, yani başka bir seans daha olsaydı o gazla ona da girerdim.O kadar iyiydi işte.
And you give
And you give
And you give yourself away !

Phoenix'in Hali


O kadar kızgınım ki Suns'a. Yıllardır üstüste şampiyonluklar yaşayacağımıza playoff'a kalamama tehlikesini hissettiğimiz bir sezona kaldık. Tek nedeni takım sahibi Sarver ve basketbol uzmanı gibi takılıp da aslında hiçbir şey bilmeyen Spurs ajanı mı bizim GM mi belli olmayan Steve Kerr. Yıllardır her hamlenin yanlış olduğunu batug.com'da ki suns yazılarımda da hep söyledim. O zamanlar kimse benim kadar farkında değildi hataların, abarttığıma dair mailler bile alıyordum. Keşke aşırı mükemmelliyetçilikle yazdığım ve abarttığım doğru çıksaydı, ama maalesef gördük ki fazla keskin olmayı bırakın az bile eleştirmişiz. Playoff yapamayan bir contender...

1 Nisan 2009 Çarşamba

Bukowski'den Etki ve Tepki


En iyilerimizin sonu genellikle kendi ellerinden olur
sırf uzaklaşmak için,
ve geride kalanlar
birinin onlardan uzaklaşmayı neden isteyebileceğini
bir türlü tam olarak anlayamazlar.

22 Mart 2009 Pazar

Avrupa Şampiyonuyuz !


Ne maçtı ama.Son yıllarda izlediğim en harika spor müsabakasıydı.Avrupa'nın en büyük ikinci kupasının Challenge Cup'ın finali İzmir'deydi ve bir İzmir takımı da finalde.Biz İzmirliler kadar şehirlerine aşık başka insanlar göremezsiniz ve yıllardır hiçbir spor dalında başarılı olamadığımız için bu final bizim için çok ama çok değerliydi.Sağanak yağmura rağmen salonu tamamen doldurmamız bunun en güzel kanıtıydı.Tribündeki insan kalitesinin yüksekliğini de belirtmeme gerek yok herhalde.

Aslında maça kötü başlamıştık. İlk seti kaybederken oyundan hiç memnun değildik ve şahsen Arkas'ın her maçı 3-0 kazanmasına alışmış bir topluluk olarak biraz şaşırmıştık da. Savunmamız çok aksaktı ve blokların hepsi dışarı gitti. İkinci seti çok zorlanarak kazanırken seyircinin oyunun ne kadar içinde olduğunu ve voleybolu ne kadar bildiğini gördük. 2-1 geriye düştüğümüzde televizyonda ne kadar belli oldu bilmiyorum, ama maçı döndürmek için gerekli enerjiyi veren taraftar oldu. Mehter marşıydı, 10.Yıl Marşı'ydı derken coştu tribünler. Ardından hucümda Gökhan ve Duerden'in şovu başladı, savunmada daha dikkatli olmaya da başladık. İnanılmaz dördüncü set uzatmaya gitti. Heyecandan yerimizde duramadık, her aldığımız sayıda 10.Yıl Marşı tekrar tekrar çalarken ev sahibi olmanın avantajını sonuna kadar kullandık. O sırada bir babanın her aldığımız sayıda nasıl havaya fıradığını ve kücücük kızıyla gülümseyerek devamlı çak yaptığını gördüm. Bu kadar insan bu salondan üzgün ayrılamayız dedim içimden. Tırnaklarımızı yediğimiz anlar sonunda çığlık çığlığa aldık seti ve o anda aslında kupayı da alacağımızı anlamıştık. Derken yine heyecan ötesi geçen bir son set ve kupanın gelişi. Mutluluktan havalara uçan bir salon insan, İzmirli olmanın gururunu yaşayışımız ve kupa törenli mutlu son.
Herşey muhteşemdi, Trt3 yerine daha çok izlenen bir kanaldan verilmesini ve tüm Türkiye'nin bu maçı izlemesini çok isterdim. Türkiye yine İzmir'deki bir gelişmeden bir haber oldu böylece.

It's a Wonderful Life


İzlemem gereken filmler listemin en üst sıralarındaydı bu Frank Capra efsanesi.Geçen seneydi sanırım, yapılan bir ankette ''insanları hayata en çok bağlayan film'' seçilmişti.Mutluluk saçan filmlere bayılırım.Little Miss Sunshine ve Stranger Than Fiction'a olan aşkımın da esas nedeni budur aslında.

Film enteresan bir şekilde iki parçaya ayrılıyor farkettirmeden.Huzur içinde yatmasını dilediğim büyük insan James Stewart'ın oynadığı George Bailey karakterinin hayat hikayesi birinci kesit, filmin Angel-A'nın nereden esinlendiğini anladığımız bölümü ise ikinci kesitini oluşturuyor.İlk kesit gerçek dünyayı harika anlatırken, ikinci kesit ütopyalarla efsaneleşiyor.Bir insanın var olmaması durumunda neler olacağını görmesi gibi inanılmaz bir fikir harika işlenmiş.1946 yapımı olduğunu düşünürsek zamanının ne kadar ötesinde bir film olduğu da çıkıyor ortaya.5 dalda Oscar adayı olup da The Best Years of Our Lives'a hepsini kaptırması da Taxi Driver'ın ödülleri Rocky'e kaptırdığı 1977'yi hatırlattı bana.Neyseki Imdb'de 31. olarak en azından hakkını orada alabilmiş.Bense daha da yukarılara bile koyabilirim bu efsaneyi.

- Please! I wanna live again. I wanna live again. Please, God, let me live again.

Willie Solomon


Solomon'u geri getirmek için çabaladığımız, ama Solomon'u ikna etmemize rağmen Bobby Jackson'ın sakatlığından dolayı Kings'in vermek istemediği söyleniyordu.Roto'da yazan habere göre Jackson'ın ameliyatı yaza ertelenmiş ve parkeye dönüyormuş.Solomon'un dakikaları yine 10 civarına ineceğinden Sacramento artık onu bırakmaya razı olabilir.Türkiye Ligi'nde imza için son gün 17 Nisan.Bu imzanın olasılığına inanmayı bile sevdim.Hüsranla geçen sezonu ancak Solomon unutturabilir...

Güneşi Gördüm


İzlemem bile şaşırtıcı gelmiş olabilir. Ama önyargılarıma rağmen zorla olsa da gittim filme ve birçok kalitesizliğine rağmen vasatın üzerindeydi film. Gerçekten. Türkiye'nin ihtiyacı olan bir filmdi aslında. Türk-Kürt ayrımına, eşcinsel ayrımına, devletin büyük hatalarına, fakir insanların çilelerine, dünyadan ne kadar geride olduğumuza kadar birçok konuda bilgilenmek istemeyen, gözlerini, kulaklarını kapatmış Türk halkına birşeyler verebileceğini düşünüyorum filmin.

Elbette birçok noksanı var. Birincisi seyirciyi ağlatmak için çok kasılmış. Müzikler dram ötesi ve sahneler bitmek bilmiyor, kavuşma ya da vedalaşma sahneleri dakikalar sürüyor. Bu sahneler bitsin diye bekliyorsunuz resmen. Bir diğeri de birçok konuda güzel eleştiriler varken, Kürt kökenli bir öz eleştirinin olmaması. Beni esas sinirlendiren sahneyse, spoiler olacak biraz gerçi ama, filmdeki tüm acılı sahneler dakikalarca sürerken, şehit evindeki sahnenin sadece iki saniye sürmesiydi. Müzik bile girmedi neredeyse, ama kasıtlı olduğuna da inanmak istemiyorum.

Yönetmenlik ya da çekim olarak sınıfta kalıyor olsa da, insanlıktan çıktığımız bugünlerde sırf vermek istediği mesajlar sebebiyle hepimizin izlemesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu dünyadan bir haber kesimin izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Kim bilir belki de bu Türk ''Crash''i en bilinçsizlere bile biraz empatiyi ve hoşgörüyü verebilir.