31 Mayıs 2009 Pazar

Fushimi

Tapınağa giden yol yaklaşık 10bin küçük kapının arka arkaya birleşik gibi durmasıyla yapılmış. Uzunluğu 230 metre kadar. Japonların pirinç Tanrı'larına hediyesi. Fushimi İnari Tapınağı Japon İmparatorluğu'nun yüzyıllarca başkenti olan Kyoto'da.

Paolo Maldini



Bugün Fiorentina'ya karşı Artemio Franchi'de son resmi maçına çıkarak futbol hayatına nokta koydu futbolun gelmiş geçmiş en örnek ismi. Milano'da geçen hafta vedası sırasında iki sene önce ''paralı askerler'' dediği için onu yuhalamaya cüret eden Curva Sud tribünü de futbolun en çirkin yüzünün simgesi oldu. Aslında bu olay Zidane'ın Materazzi'ye kafa atıp kırmızı kartla oyundan atılmasını çağrıştırıyor. Zidane aslında o kafayı kendisine maç boyunca küfreden Materazzi'ye değil, futbolun çirkin yüzüne atmıştı. Maldini de Curva Sud'a sallarken aslında artık neredeyse her stadda bu şekilde yaşamaya çalışan futbol sevgisinden bir damla payını almamış, hatta takım sevgileri de olmayan, sadece bir topluluğun parçası olma ihtiyacı yüzünden, birey olma komplekslerini gidermek için dahil olunan birçok çapsız ve çirkin gruba sallıyordu. O veda ederken de ne kadar çirkin olduklarını gösterdiler. Milan taraftarı yaşatmayacaktır artık Curva Sud'u. Maldini giderken futbolun çirkin yüzüne darbe vurmuş oluyor böylece, aynı Zidane gibi.
Yine de o maçın son maçı olmamasına seviniyorum Maldini'nin. Bugün Floransa'da son maçında geride nesillerce örnek alınması gereken bir sporcu profili bırakarak alkışlarla veda ederken, onu son kez çim üzerinde görüyor olmayı bilmek benim gibi çoçukken onu kahramanı yapanlar için hüzünlüydü. Ben dahil birçok çoçuğa futbolu sevdirmişti. Artık o yoksa, yarın futbolu bugünkü kadar sevemeyeceğim belki de.

Kaktüs


İlk defa odaya saksı koyuyorum, nedeni de kaktüsün radyasyonu azalttığı söylentisi. Nette biraz bakındım, ama her kafadan farklı ses çıkmış. Kulağa saçma gelse de bilimsel bir şekilde savunanlar var. Neyse dursun tabi ki kaktüs, şirin de birşey zaten.

Alkoliklere çoçuk yapmadan önce, ''ilk olarak çiçek besleyin, sonra balık ardından da köpek. Hepsini yaşatabildiyseniz o zaman çoçuk yapın'' diyen film geldi aklıma. Çiçek neyse de, balık beslesem pek yaşamaz herhalde.

Departures


Bu yıl Yabancı Dilde En iyi Film Oscarı'nı alarak ismini duyurmuştu. Zaten genellikle bu ödülü alan filmler büyük ödülü alan filmlerden çok daha başarılı oluyorlar. Bu filmi izledikten sonra diyorum ki artık japonlar animasyon yapmak yerine tekrardan normal filmlere ağırlık versinler. Akira Kurosawa'nın miras bıraktığı japon sinemasını da hak ettiği yere getirmeliler.

Departures sizi çok daha değerli olan manevi dünyaya davet ediyor. Günümüz yaşamında unutulan değerleri hatırlatırken, kendinizi de sorgulamanızı sağlıyor. En önemlisi de hayata ve ölüme getirdiği bakış açısıyla sizi derinden etkilerken, bir yandan da uyandırıyor. Klasikleşen '' içinizi ısıtan film'' sıfatını sonuna kadar hak ediyor. Anılar ve değerler üzerine fazla iyimser olsa da çok başarılı bir yapım.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Topu Atan Alır


Singapore’s ‘Marina Bay Floating Stadium’

29 Mayıs 2009 Cuma

Helsinki


Çok yakın bir arkadaşımın kuzeni gitmeden önce de sordu merak ettiği herşeyi. Ona anlatırken, hayatımdaki en güzel haftayı geçirdiğim yerleri hatırladım tekrardan. Bir de derler ki Helsinki en sıkıcı şehirlerden biridir. Resme bakın ve karar verin, şirin ve huzurlu değil mi? Tabi yıllarca yaşayınca ne olur bilemem, kara kış ve karanlık bir yerden sonra elbette sıkıcı gelebilir. İntihar oranlarının biraz yüksek olması da bu yüzden olsa gerek.

İşin aslı Helsinki asıl gece gezmeyi sevenler için ideal bir şehir. Özellikle Club Onella ve Lux (şimdi Tiger olmuş gerçi ismi), bugüne kadar gördüğüm en iyi yerlerdi. Hele Onella! Yarım saat dolaşmıştık içeride o şokla. Yedi ayrı müzik türü yedi ayrı pist. Aynı mekanda ve müzikler karışmıyor.

Finlilerse biraz tuhaf olmalarına rağmen sanıldığının aksine konuşkanlar ve cana yakınlar. Kültür mantarı her biri ve hepsi Türkiye'ye gelmiş enteresan bir şekilde. Her yerde çok sarhoş var ve çocuğundan dedesine kadar hepsi zurna genelde. Ayakta durabilen insan yok cuma geceleri. Yine de küçücük bir tartışma bile olmuyor. Yerinize oturmuş 150 kiloluk güreşçi gibi duran gothic bir adama ''kalkabilir misiniz?'' derseniz kalkıyor mesela özür dileyerek. Bir an tek başınıza bir kenarda dursanız, gelip tanımadığınız kızlar size ''tek başına durma gel bizimle dans et'' diyebiliyor. Mekanda dev gibi bir siyahi tanımadığı kızın beline sarılsa, sevgilisi gelince ''pardon bilmiyordum'' deyince bile kavga çıkmıyor. Daha rahat bir toplum hayal edemiyorum özetle. Tabi ki bunun asgari ücretin 1200 euro olmasıyla da alakası var. Kafaları rahat sonuçta. Sokakta haline üzeleceğiniz bir kişi bile görmüyorsunuz. Helsinki çok güzel olmasa da, bu rahatlık hoşunuza gidiyor. Hakkinen'in yorumu biraz abartı ama yine de güzel, '' Helsinki karlar altında dünyanın en güzel şehridir.''

Ve O Ünlü Traş Aleti


Neşeli Günler'i izleyip de gülmekten yerlere yatmayanımız yok herhalde. Ziya'nın efsanevi traş bıçağı satışını hala her gördüğümde kahkalarla izlerim.

- En iyi jilet budur. Dünyanın bütün meşhurları bununla traş oluyor. İngiltere kralı, rahmetli başkan Kennedy, taçsız kral Pele, Beckenbauer, kaleci Meier, Nadia Komanachi, Bridget Bargot, Fenerbahçe'li Cemil...

Nadia Komanachi ile Bridget Bargot'u bilmem ama Beckenbauer'in traş setinin gerçekten satıldığını görünce, tekrar tekrar güldüm.

Don't Kiss Me Goodbye


The Diving Bell and the Butterfly insanı tokatlayıp sarsan filmlerden biriydi. Gerçek yaşanmış olması da etkisini katlamıştı. Hayatın değerini bilmek adına daha çarpıcı bir olay yaşanamazdı herhalde. Filmi izledikten sonra hayat görüşünü değiştiren birçok insan olduğuna da eminim.
Filmin en güzel sahnelerinden biriydi resimdeki an. Ultra Orange & Emmanuelle'in Don't Kiss Me Goodbye şarkısının da bunda payı büyüktü elbet.
If you close the door
Just turn off the lights now
The world looks better into the dark
Between the curtains somebody's watching
Oh sail me the moon
Before it's too late
Don't kiss me goodbye baby
I turn around since too much time
Those railroad tracks
Will swallow my mind
I try so hard to stop wasting my life
If only I could just make you mine
Don't kiss me goodbye

Afrika


Her ne kadar Avrupa ve Amerika onlar yokmuş gibi davransa da, ki koskoca ABD'nin Birleşmiş Milletlere yaptığı yıllık yardım sadece 326 milyon dolar. En çok yardım yapanlar da onlar, işin daha kötü tarafı da bu. Unutulmuş kıtada iç savaşlar, soykırım, açlık ve hastalık nedeniyle milyonlarca insan öldü. Sadece Kongo'da 5.5 milyon, Rwanda'da 800bin, Ethiopia'da 500bin, Darfur'da 400bin, Sierra Leone'de 50bin ve AIDS yüzünden de 34.5 milyon afrikalı artık yaşamıyor. İç savaşlarda kullandıkları silahları da hangi ülkelerin temin ettiğini tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Bu foto herşeyi özetlemiş gibi.

Gangaramaya Temple


Colombo, Sri Lanka.

28 Mayıs 2009 Perşembe

En Güzel Oda


Cary Grant ve Grace Kelly...
Alfred Hitchcock'un tadından yenmeyen filmlerinden, To Catch a Thief'ten bir poster, tam da odanın baş köşesinde. Sanırım bu odayı hiç görmemeliydim. Evimi tekrardan gözden geçirmem gerekebilir.

Ludovico Einaudi


Bugünlerde İtalyan modern klasik piyano bestecisi daha da ünlendi. NBA'in playoff reklamı ''Where will amazing happen this year?'' kliplerinde Divinire albümünden ''Fly'' şarkısının girişi kullanılınca dinleyici kitlesi katlandı. Fly dışında albümü pek tutmasam da uzun yolculuklar için ideal olduğunu söyleyebilirim.
Daha önce de NBA'in ''Where amazing happens'' klibine ''Everyday'' bestesini veren Carly Comando da aynı şekilde popülaritesini arttırmıştı. Ki o daha da başarılı bir besteydi. Bu reklamlar için bu besteleri her kim seçtiyse onları tebrik etmek gerek. NBA her zaman klip olarak başarılıydı, ama bu sezon iyice göz kamaştırdılar.

Poker Üzerine


- Herkesin elinde ne olduğu aslında suratında yazar, sen yine de her okuduğuna inanma.

Final Tribünü


Blog'da futbol yazmaktan hoşlanmasam da bahsetmek istediğim sinirimi bozan bir olay var. Zaten konu futbol gibi gözükse de, aslında toplumsal.
Uefa Finali esnasında, tribünde arkadaşımla beraber Almanların en kalabalık olduğu yere geçtik. Onlarla sohbet ettik, Werder Bremen atkılarımızla şarkılarına ortak olduk, tam bir alman gibi izledik maçı ve çok eğlendik. O kültürü o an için yaşadık diyebilirim. Gol esnasında bir alman bana sarıldı, evet bir alman, bu da onlarında bizden memnun olduğunun bir göstergesi olsa gerek.
Peki bizden 20 metre ileride üzerinde Fenerbahçe formalı gruba ne yapıyordu? ''En büyük Fenerbahçe'' diye bağırıyorlardı. Almanların sesini bile bastırdıkları oldu. Sanki sahada takımımız varmış gibi bağırıyorlardı. Avrupa tarihinde böyle bir durum daha önce yaşanmamıştır. Gerçekten utandım, hem bir türk hem bir fenerli hem de ev sahibi olarak. Ama Türkler çok misafirperverdir öyle değil mi? Dört bir yanımızda düşmanlarla çevrilidir. Biz ve yalanlarımız. Yine avrupalılaşmak yerine ''biz türküz ve farklıyız'' mesajı vermeyi yeğlemiştik. İnanılır gibi değil.

Bizdeki Cezalar ve Sosyal Sorumluluk


Bu sezon Fenerbahçe'de oyuncular üzerinde pişmanlıktan ya da acizlikten kaynaklanan gerilimden sportif ahlaka uymayan birçok hareket gördük.Bu hareketler toplum tarafından da, fedarasyon tarafından da az da olsa cezalandırılmış olsa da Fenerbahçe yönetimi tarafından hiç cezalandırılmadı. Halbuki dünyanın büyük liglerinde kulüplerin sportmenlik dışı davranan oyuncularına bir takım cezalar verdiğini biliyoruz, ki normal olan da bu zaten.
Ceza dayatımlı bir yönetimi savunmak tabi ki modern görünmese de, modern olmayan ve olmak da istemeyen bazı bireylerin düzelmesi ya da düzelmese bile tekrarlamaması için malesef bu şartlar altında çözüm bu. Kaleci Volkan Demirel bu sezon cezaları dolayısla çift hanelere yakın maç kaçırdı. Maaşından tam emin olmasam da tahmin ediyorum ki 750.000 ile 1 milyon euro arası bir değerdir.Sezonun dörtte birini kaçıran bir kalecinin dikkatsizliği ve aşırı agresifliği sonucunda kaçırdığı maçların kontratına göre değeri 200.000 euro civarı ediyor.Fenerbahçe yönetimi kendisine 1 euro bile ceza vermedi. Halbuki oyuncusuna en az 50.000 euro ceza verip, bu parayla topluma yararlı olabilecek bir vakıfa ya da derneğe bağışlamasını dikte ettirebilirdi. Haberi hayal edelim, ''Fenerbahçe Yönetimi isteği üzerine Volkan geçen maçta yaptığı hareket sonrası Çoçuk Esirgeme Kurumu'na 50.000 euro bağışladı.'' Güzel gözüktüğü aşikar.Yani Fenerbahçe yönetimi açısından baktığımızda, hem oyuncusuna bir tepki göstermiş olur hem de basının ve toplumun gözünde itibar kazanmış olur. Ama daha da önemlisi, zorla da olsa yardım edilen insanların hayatına bir nebze olsun mutluluk ve rahatlama sokalabilir. Bu da tahmin edildiği gibi futboldan kat kat daha değerli olurdu.

NBA Cares projesi kapsamında Lebron James resimde görüldüğü gibi boya yapıyorsa ihtiyaç olan evlere, Kobe Bryant aç insanlara yemek dağıtırken kendi eliyle, Chris Paul elinde çekiçi suntasıyla kulube yaparken yine kendi eliyle, biz yardıma daha muhtaç olan bir ülkenin aşırı değer verdiği sporcularından da bunu bekleyince hayal perestlik mi oluyor? Diyelim ki futbolcularımız bunu anlayabilecek durumda değil, o zaman bu yönetimler ne işe yarıyor? Yoksa onlar da mı anlayamayacak durumdalar?

İnanıyorum ki günün birinde ''insan'' olmanın manasını bizler de öğreneceğiz. Her ne kadar uzak görünse de...

5 Mayıs 2009 Salı

As I Sat Sadly By Her Side


Bir arkadaşımın ''bu şarkı aslında ateist biraz'' demesiyle şoka uğradım. Nasıl olur da bu sözleri başka bir birey benden bu kadar ters anlamıştı. Bu şarkı da aslında Nick Cave'e hislerini anlatan kadın Tanrı yok mu diyor? Hayır, ne güzel yaratılmış, ama sonrası bize bırakılmış ve yaptığımız yanlışlar düzeltilmiyor Tanrı tarafından diyor. Tanrı'ya bir yakarış var, ama kesinlikle ateistçe değil. Ki aslında sözlerden çıkardığım güzel algı, bir kadının zekasıyla ve dünya sevgisiyle çevresini sorgularken isyan edişine, bu kadar ince düşünmesine ve duyarlılığına bir adamın hayran kalması ve gülümsemesi. Bu şarkının gizli öznesi budur aslında, sevilmeye değer bir kadın. Ama büyük resmi görmemeye alışmışızdır öyle değil mi?

1 Mayıs 2009 Cuma

En Efsane 10 Karakter



Hepimizin etkilendiği karakterler olmuştur filmlerde. Kendimize yakın hissettiğimiz, hatta bazı defalar arkadaşımızmış ya da ailemizden biriymiş gibi hissettiğimiz karakterler bile olabilir.Ben de hem bir sinema delisi olarak, hem de herşeyi sıralamaya bayılan bir adam olarak büyük zevkle yapıyorum bu en sevdiğim on karakter listesini. Listeye sokamadığım bir de Leon da var bu arada. Jedi'ların da hiçbirini dahil etmiyorum ki liste konseye dönmesin.

10- Joker, The Dark Night : İnsanların yüzüne zoraki bir gülümseme çizerken; uzun saçlarıyla, devamlı dışarda olan diliyle, değişik moda anlayışıyla, zekasıyla ve tuhaf mizah anlayışıyla Joker Batman'ın tüm karizmasını yerle bir etmişti. Jack Nicholson'ın Joker'i bile bu kadar başarılı değildi. Kaçık, ruh hastası bir adam kartını uzatırken hoşumuza gidiyorsa, Heath Ledger tarihin en belki de en sevilen kötü karakterini gerçekten zirveye taşımış demektir.Unutulmaz sözü ise
''Why so serious?'' tabi ki.

9- The Dude, The Big Lebowski : Onunla oturup, sabahtan akşama kadar White Russian içip, halı üzerine kurulup, saçma sapan konular üzerinde geyik çevirmek gerçekten komik olurdu. Biraz kafası çalışmasa da Dude'ün dünyayı sallamaz tavırları onu bu listeye sokmak için yeterli.Unutulmaz sözü de ''I'm the Dude. So that's what you call me. You know, that or His Dudeness, or Duder, or El Duderino if you're not into the whole brevity thing.''

8- Miles Raymond, Sideways : Yüzüme yapıştırdığı devamlı tebessümle izlediğim Sideways'in hafif loser alkolik yazarını sevmemek elde değil. Şarap takıntısı, kadın konusundaki başarısızlığı, kitabını bastırtamayışı, beceriksizliği, zeki ama akılsız adam melankolisi ve en önemlisi mükemmel sohbeti ile hayatınız boyunca yanınızda olmasını isteyeceğiniz süper komik bir arkadaş. Gülerek sıkıntısız bir hayat için ideal kafa bir dost. Paul Giamatti'nin Miles'i içerken masada olması gereken bir adam ve bu benim için önemli bir özellik bildiğiniz gibi.Güzel sözlerinden, ''Come on man. You know. Hemingway, Sexton, Plath, Woolf. You can't kill yourself before you're even published.''

7- Don Vito Corleone, The Godfather : Herkesin onun ağırlığını, forsunu, karizmatik görüntüsünü ve kısık sesini sevse de genelde, beni en çok olaylar karşısında sakinliğini koruma gücü ve zekası etkilemişti. Bir mafyanın sahip olabileceği en iyi kalp de diyebiliriz ona. Elbette Marlon Brando'nun oynaması da çok büyük bir etken. Olayı özetleyen cümlesi, ''Why did you go to the police? Why didn't you come to me first?''

6- Katsumoto, The Last Samurai : En underrated filmin en büyük karakteri. Bir adam düşünün ki, samurai felsefesini tamamen zihninde oturtmuş, gerçek bir savaşçı ruhuna sahip, çok sakin, çok iyi kalpli, insanlarını ve kültürünü korumak için canını vermeye hazır, önyargısız, samimi, öğrenme merakına sahip ve duygusal. Hatasız bir önder nasıl olur, gurur ve onur nedir, bir insan iç huzuruna kavuşursa neye benzer hepsini görmüş olduk onunla. ''The perfect blossom is a rare thing. You could spend your life looking for one, and it would not be a wasted life.''
5- Walt Kowalski, Gran Torino : Aslında Darth Vader'in insan görünümlü dede versiyonu diyebiliriz ona. Çatık kaşlı, askeri disiplinli, aşırı titiz, acayip huysuz, birası ve arabası hariç hiçbir şeyi sevmeyen devamlı laf sokup, kötü kötü bakıp hırlayan yaşlı bir adam. Ama o çok sert görüntünün altında, biraz suyuna gidilince, biraz onunla anlaşmaya çalışınca ortaya çıkan yardımsever büyük bir adam. Clint Eastwood'a da böyle bir rol yakışırdı zaten.''Ever notice how you come across somebody once in a while you shouldn't have fucked with? That's me.''

4- Rick Blaine, Casablanca : Ne muhteşem bir karakterdir ama. Hem artisttir, hem de duygusal. Hem iyi adamdır, hem de küsmüştür iyi olmaya. Hem aşıktır, hem de güçlüyü oynar. Humprey Bogart tarihin en büyük rolüne hayat verdi. Havalı duruşu, ciddi bakışları, ağzından düşürmediği sigarası, trençkotu, arkaya taranmış saçları ve az ama öz konuşması ile şov yaparken tüm karizması silinir Ilsa'yı gördüğü anlarda. Yine soğuk dış görüntü ve aslında içinde iyilik olan bir adam vakası daha. Sevdiğim tüm karakterler aynı tarz neredeyse. Rick ve efsane sözü, '' Here's looking at you, kid.''

3- Roger Thornhill, North By Northwest : Hiç susmayan adam da desek olur ona aslında. Belki de tüm sinema tarihinin en güçlü mizah yeteneği ondadır, o da bunun farkındadır ve bu yüzden konuşur durur devamlı. Annesiyle, polisle, kadınıyla dalga geçer, hatta onu öldürmeye çalışan adamlarla bile. Takım elbisesiyle, çölde üzerine uçak gelirken bile istifini pek bozmaz. Cary Grant de bu yüzden role tam oturur. ''You're the smartest girl I ever spent the night with on a train.''

2- R.P. McMurphy, One Flew Over the Cuckoo's Nest : Aslında çoğumuz kendimizi görmedik mi onda? İçmeden, maç izlemeden, kadınlar olmadan, sohbet edemeden, kağıt oynayamadan, gezemeden, spor yapmadan, balığa bile çıkmadan nasıl yaşayabilir ki insan? Yaramaz çocuklar gibi inat edişi, cesareti, öz güveni, yönetimi karşısına alışı, büyük balık küçük balığı yutar zihniyetine rağmen verdiği savaş, diğerlerini kurtarma isteği ve tabi ki artist mizah anlayışıyla aslında her uyuyan topluma lazım olan, eğlenceli isyankar McMurphy hepimizi önce güldürmüş, sonra hüzüne boğmuştu.Bu güne kadar yapılan en iyi rol, best acting of all time, tartışmasız Jack Nicholson'un McMurphy'sidir. ''But I Tried, Didn't I Goddamnit, at Least I Did That.''

1- V, V for Vendetta : Jazz ve Cat Power dinleyen, sanat eserlerini biriktiren, favori filmini izlerken çocuklaşan, kahvaltı da yumurta yapan, başkana giden sevkiyattan tereyağı çalan, odalarca dolusu kitap okumuş takıntılı bir adam düşünün. Sonra, üzerinde yapılan deneyler yüzünden acayipleşen, üzerine bir de yanan, işkencelere maruz kalmış, sonra intikam için her yerinde kılıçlar taşıyan bir adam daha düşünün. Ondan sonra, insanları düşünen, devletin kötü yönetiminin, insanları korkutarak susturuşunun altında kalmak istemeyen, cesur, demokratik ve çok idealist bir isyankar düşünün. Son olarak hayatının kadınına ilk görüşte aşık olan, onu bir sene bekleyebilen duygusal bir adam düşünün. Hepsini birleştirince ortaya o çıkıyor işte. V, yıkılmayan tek domino o kadar domino içinden. Bir kişi, aslında bir kişiden fazlasıdır. ''Beneath this mask there is more than flesh. Beneath this mask there is an idea, Mr. Creedy, and ideas are bulletproof. ''